Eur Arch Med Res: 30 (1)
Cilt: 30  Sayı: 1 - 2014
Özetleri Gizle | << Geri
ARAŞTIRMA
1.
Koksartroz Tanılı Olgularda Floroskopi Altında Uyguladığımız İntraartiküler Kortikosteroid Enjeksiyonunun Üç Aylık Verileri
Intraarticular corticosteroid injection performed under fluoroscopy in patients with coxarthrosis: Data of 3 Months of follow-up
Jülide Öncü, Göksel Çelebi, Reşat İlişer, Banu Kuran, Gülgün Durlanık
doi: 10.5222/otd.2014.001  Sayfalar 1 - 5
AMAÇ: İntraartiküler kortikosteroid enjeksiyonları (İKE), osteoartritik eklemlerin konservatif tedavisinde yer alan bir tedavi seçeneğidir. Diz eklemi için pek çok çalışma bulunmasına reğmen, kalça osteoartritinde etkisini değerlendiren çalışmaların sayısı nispeten azdır. Bu çalışmada koksartroz olgularında İKE’nin semptomlar ve yaşam kalitesine etkisinin araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: 31 koksartroz tanısı olan hastaya 7 mg betametazon floroskopi altında kontrast madde eşliğinde intraartiküler enjeksiyon şeklinde uygulandı. Ağrı şiddeti vizuel analog skala ile (VAS-gece, VAS-hareket, VAS-istirahat), fonksiyonel düzeyleri Western Ontario ve McMaster Universitesi Osteoartrit indeksi (WOMAC) ve yaşam kalitesi ise SF-36 ile enjeksiyon öncesi, enjeksiyon sonrası 24. saat, 1. hafta, 1. ay ve 3. ayda değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Grubun tamamında enjeksiyon sonrası ilk 24 saatte ve 1. haftada değerlendirilen VAS-gece, VAS-istirahat ağrısı ve VAS-hareket düzeylerinde istatistiksel anlamlı iyileşme mevcuttu (p<0,01). 1. (p<0,05) ve 3. aylarda (p<0,05) ise tedavi öncesine göre hastaların tamamında, sadece VAS-gece skorunda istatistiksel anlamlı düzelme vardı. Western Ontario ve McMaster Üniversiteleri Osteoartrit İndeksi (WOMAC) total skorları ve SF-36 ile değerlendirilen yaşam kalitesinde ise tedavi öncesine göre 24. saat, 1.hafta, 1. ay ve 3. ayda istatistiksel olarak anlamlı iyileşme mevcuttu (p<0,05).
SONUÇ: Kliniğimizde uygulanan intraartiküler kortikosteroid enjeksiyonu hastaların klinik parametrelerinde, fonksiyonel düzeylerinde ve yaşam kalitelerinde ilk 3 ay boyunca anlamlı düzelme sağlamıştır.
OBJECTIVE: Intra-articular corticosteroid injections (ICA), accepted in the conservative treatment of osteoarthritic joints as a treatment option. Although there has been a lot of work for the knee joint, number of studies evaluating the effect of ICA on hip osteoarthritis was relatively small. In this study, we aimed to investigate the effect of ICA on symptoms and on quality of life in patients with coxarthrosis.
METHODS: 31 patients diagnosed with coxarthrosis included in our study and 7 mg betamethasone injection was applied under fluoroscopy. The severity of pain was evaluated by visual analog scale (VAS - night pain, VAS- activity, VAS- rest ), functional levels by Western Ontario and McMaster University Osteoarthritis Index ( WOMAC) and quality of life by the SF -36 in period of pre-injection, post-injection 24 hours, 1 week 1 months and 3 months.
RESULTS: Significant improvements were present in VAS – rest, VAS- night pain, VAS-activity during the first 24 hours and 1.week after injection (p <0.01). and also significant improvement was found in VAS-night pain during 1.month ( p < 0.05 ) and 3. months ( p <0.05) compared to the pre-treatment in all patients. There was a statistically significant improvement in Western Ontario and McMaster Universities Osteoarthritis Index ( WOMAC) total scores and the quality of life as assessed by the SF- 36 compared to baseline during 24 hours, 1 week, 1 months and 3 months post-injection (p < 0.05).
CONCLUSION: In our clinic, patients who underwent intra-articular corticosteroid injection by means of clinical parameters, functional status and quality of life improved significantly during the first 3 months.

2.
On Sekiz-Yirmi Dört Gebelik Haftaları Arasında Fetal Humerus Uzunluğu Nomogramının Araştırılması
Investigation 18-24 weeks of gestation fetal humeral lenght nomogram
Betül Yorgunlar, Veli Mihmanlı, Ahmet Kılıçkaya, Taner Mirza, Büşra Erşen, Didem Yücel, Gizem Küçükçıpracı
doi: 10.5222/otd.2014.006  Sayfalar 6 - 10
AMAÇ: 18-24.gebelik haftaları arasında fetal humerus uzunluğu nomogramını araştırmak
YÖNTEMLER: Bu çalışmaya 18-24 gebelik haftaları arasında bulunan 349 normal gebe dahil edildi ve çalışma retrospektif olarak yürütüldü. Transabdominal ultrasonografi ile fetusa ait fetal biyometrik ölçümler elde edildi.Bu fetusların humerus kemik uzunluğunun gebelik haftalarına göre dağılımı çıkarıldı ve persantil değerleri hesaplandı.Humerus uzunluğunun gebelik haftası ve diğer biyometrik parametrelerle olan korelasyon katsayıları arasındaki ilişki ve anlamlılık düzeyi araştırıldı.
BULGULAR: Gebeliğin 18-24.haftaları arasındaki humerus uzunluğunun medyan değerleri sırasıyla 25,28,31,33,35,37,39 mm olarak saptandı.Humerus uzunluğu(HL) ile gebelik haftası(GH) arasındaki ilişki (r2=0,908; P<0,001) Biparyetal çap (BPD) arasında (r2=0,89; P<0,001), femur uzunluğu (FL) arasında (r2=0,947; P<0,001), baş çevresi (HC) arasında (r2=0,930; P<0,001), karın çevresi (AC) arasında (r2=0,911; p<0,001) idi ve HL ile tüm diğer parametreler arasında istatiksel olarak anlamlı korelasyon saptandı.
SONUÇ: Toplumumuzdan elde ettiğimiz 18. – 24. gebelik haftalarındaki humerus uzunluğu nomogramı,dünyada kullanılan diğer humerus nomogramlarının uyumlu olduğu görülmektedir.
OBJECTIVE: To obtain the nomogram of the fetal humerus length (HL) at 18-24
weeks of gestation.

METHODS: This retrospective study involved 349 pregnant women
between 18-24 weeks’ gestation. Fetal biometric measurements were obtained
by transabdominal ultrasound. The distributions of HL and percentil evalues
were established according to 18-24 gestational weeks (GW).Correlation
co efficients and associated P values for the relationships between the HL, GW
and other biometrical parameters were defined.

RESULTS: Median values of humerus length between 18-24 weeks were
25,28,31,33,35,37, and 39 mm respectively. Statistically significant correlation
was found between the HL and GW (r2=0.908; P<0.001), biparietal diameter
(r2=0.89; P<0.001), femur length (r2=0.947; P<0.001), head circumference
(r2=0.930; P<0.001), and abdominal circumference (r2=0.911; p<0.001).

CONCLUSION: The HL nomogram obtained at 18-24 gestational weeks from our
Patient population show conformity with the other humerus length nomograms
used worldwide.


3.
Şüpheli Meme Lezyonlarında Manyetik Rezonans Görüntüleme, Sonomamografi ve Renkli Doppler Ultrasonografinin Karşılaştırılması
To Compare MRI, Sonomammography and CDUSG on the Suspicious Breast Lesions
Zelal Tahaoğlu, Aslı Ertürk, Zafer Ünsal Coşkun, Çiğdem Turan, Eren Turan, Duçem Mete, Ali Emre Tahaoğlu
doi: 10.5222/otd.2014.011  Sayfalar 11 - 16
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, şüpheli meme lezyonlarının saptanmasında ultrasonografi (USG), renkli doppler ultrasonografi (RDUSG), mamografi ve manyetik rezonans görüntüleme (MRG)’nin etkinliğini karşılaştırmaktır.
YÖNTEMLER: Memesinde USG ve mamografi ile lezyon saptanan 32 hasta RDUSG ve MRG ile değerlendirilerek BI-RADS kategorisine göre sınıflandırıldı.
BULGULAR: Toplam alınan 37 biyopsinin 15’ i (%40,5) benign, 22’si (%59,4) ise malign idi. MR görüntülemenin şüpheli lezyonlarda negatif prediktif değeri %92, pozitif prediktif değeri ise %91 idi. MRG ile 37 lezyonun 23’ü malign tanısı almış olup bunun 21’i gerçek pozitif idi.
SONUÇ: Tüm modaliteler karşılaştırıldığında MRG’in en yüksek pozitif öngörü değeri (PPV) ve negatif öngörü değerine (NPV) sahip olduğu sonucuna ulaşıldı.
OBJECTIVE: The aim of this study is to compare the role of ultrasonography (USG), color doppler ultrasonography (CDUSG), mammography and magnetic resonans imaging (MRI) in the detection of suspicious breast lesions.
METHODS: Thirty-two patients with breast lesions which determined with USG and mammography were evaluated with RDUSG and MRI and classified according to Bİ-RADS categories.
RESULTS: Among 37 biopsy specimens; fifteen (40,5%) were benign and twenty-two (59,4%) were malign. The negative predictive value of MRI was %92, negative predictive value was %91. The twenty-three of thirty-seven lesions were diagnosed as malign by MRI and twenty-one of these lesions were true positive.
CONCLUSION: Compared to all the modalities it was concluded that MRI owned the highest value of positive predictive value (PPV) and negative predictive value (NPV).

4.
Arteriovenöz Fistül Anevrizmalarında Cerrahi Tecrübelerimiz
Our Surgıcal Experiences In Arteriovenous Fistula Aneurysms
Bekir İnan, Melike Elif Teker, Cemalettin Aydın, Yasin Ay, Rahmi Zeybek
doi: 10.5222/otd.2014.017  Sayfalar 17 - 20
AMAÇ: Kronik böbrek yetmezliği, bütün organ ve sistemleri etkileyen, tedavi edilmediğinde mortal seyreden bir hastalıktır Kronik böbrek yetmezliğinin tedavisinde uzun süre açık kalabilen arteriovenöz fistüle ihtiyaç duyulur. Arteriovenöz fistülün geç dönem komplikasyonu olarak fistül anevrizması görülür. Bu çalışmada ki amacımız arteriovenöz fistül operasyonu sonrasında oluşan anevrizmalarda uyguladığımız cerrahi yöntemleri sunmaktır.
YÖNTEMLER: 2011 Ocak-2012 Ocak tarihleri arasında Bezmi Alem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Kalp ve Damar Cerrahisi kliniğinde hemodiyaliz amaçlı açılan fistüllerde, 4 cm ve üzeri anevrizma gelişen 24 olgu bu çalışmaya alındı. 13 hastaya radyosefalik, 11 hastaya brakiosefalik arteriovenöz fistül anevrizması mevcuttu. 13 olguya ligasyon, 5 olguya anevrizma rezeksiyonu,3 olguya anevrizma kısmı rezeksiyonu ve 3 olguya plikasyon yapıldı.
BULGULAR: Cerrahi işlem sonrası olgularda yara yeri enfeksiyonu, hematom, nörolojik hasar, iskemi gözlenmedi.
SONUÇ: Anevrizmalara zamanında müdahale edilmezse, emboli, endokardit, rüptür, distal iskemi gibi sonuçlara neden olabilirler. Arteriovenöz fistül anevrizmalarında cerrahi tedavi, hem kanama riskinin az olması hem de kısmı rezeksiyon gibi yöntemlerle fistül korunmasının sağlaması nedeniyle hala altın standarttır.
OBJECTIVE: Chronic renal failure is, affecting all organs and systems, a mortal disease if not treated. In the treatment of chronic renal failure arteriovenous fistula can remain open for a long time is needed. A late complications of Arteriovenous fistula seen fistula aneurysm. The aim of this study aneurysms is to provide surgical methods for occurred after arteriovenous fistula operation.
METHODS: : Between 2011 January-2012 January Bezm Alem University Faculty of Medicine in the Department of Cardiovascular Surgery opened fistulas for hemodialysis, 4 cm and above were included 24 cases of aneurysm develops in this study. 13 patients radiosefalik, 11 patients brachiocephalic arteriovenous fistula aneurysm present. Ligation in 13 patients, aneurysm resection in 5 patients, resection of part in 3 cases and aneurysm of plication in 3 cases was performed.
RESULTS: Patients was observed wound infection, hematoma, neurological damage and ischemia in after the surgical procedure.
CONCLUSION: If arteriovenous fistula aneurysm isn’t treated in time, ıt can lead to such conclusions as embolism, endocarditis, rupture, distal ischemia. Arteriovenous fistula aneurysms is surgical treatment less the risk of bleeding and than it provides protection as well as part of the resection is still the gold standard methods.

5.
Akut Koroner Sendromda Aneminin Rolü
The Role of Anemia in Acute Coronary Syndrome
Didem Altay Gazi, Şerife Ayşen Helvacı, Umut Yavuz Ataş, Edip Erkuş
doi: 10.5222/otd.2014.021  Sayfalar 21 - 25
AMAÇ: Akut koroner sendrom(AKS)da anemi yaygın, güçlü ve bağımsız bir risk faktörüdür. Anemi miyokardiyal iskemiyi arttırmak yoluyla AKS gelişimini arttırmakta ve prognozu olumsuz yönde etkilemektedir. Bu çalışmadaki amaç hastanemizde yatarak tedavi gören AKS’li hastalarda aneminin etkisini araştırmaktır.
YÖNTEMLER: Çalışmaya Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde Kasım 2011-Eylül 2012 tarihleri arasında Koroner Yoğun Bakım Ünitesi’nde AKS tanısı ile yatan 50 anemik, 50 normal Hb değerleri olan hasta dahil edildi. Veriler retrospektif olarak dosya taraması yapılarak elde edildi.
BULGULAR: Kalp yetersizliği ve hipertansiyonu olan hastalarda anemiye daha sık rastlandı. Yatış öncesi kullanılan ilaçlardan sıklıkla warfarin kullanımı anemiye sebep olmaktaydı. Vaka grubunda mortalite kontrol grubuna oranla anlamlı olarak daha yüksek bulundu.
SONUÇ: Sonuç olarak, warfarin kullanan, hipertansiyon ve kalp yetersizliğinin eşlik ettiği AKS’li hastalarda anemi daha sık görülmektedir.
OBJECTIVE: Anemia is frequent, potent and independent risk factor in Acute Coronary Syndrome (ACS). Myocardial ischemia progression in anemic patients by the way ACS occur and prognosis is negatively effected. In this study our aim is the detect the effect of anemia in patient who were hospitalized and in medication.
METHODS: Between November 2011-September 2012, 50 anemic patients and 50 patients with normal hemoglobin values were included to the study, diagnosed with acute coronary syndrome who are hospitalized in the Coronary Intensive Care Unit of Okmeydani Training and Research Hospital. Datas are obtained retrospectively by case browsing.
RESULTS: In the patients with cardiac failure and hypertension anemia was more frequent. İt has been detected that warfarin is the common cause of anemia within the drugs before hospitalization. However in the case group, mortality was higher than the control group.
CONCLUSION: As a result, anemia was more frequent on ACS patients with hypertension and heart failure who were using coumadin.

6.
Rekürren Aftöz Stomatit Hastalarında Tetikleyici Faktörlerin Değerlendirilmesi
The Evaluation of Triggering Factors in Recurrent Aphthous Stomatitis
Şule Güngör, Gülfer Akbay, Meral Ekşioğlu
doi: 10.5222/otd.2014.026  Sayfalar 26 - 29
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı polikliniğimize başvuran RAS hastalarının tetikleyici faktörler yönünden gözden geçirilmesidir.
YÖNTEMLER: Polikliniğimize başvuran 30 RAS hastasının anamnez ve laboratuvar bulguları gözden geçirildi. Yılda 3 kereden fazla oral aft yakınması olan; aft veya aft benzeri lezyonlara yol açan diğer hastalıklardan ayrımı yapılmış hastalar RAS hastası olarak kabul edildi. Hastaların aile hikayesi, travma, emosyonel stres, gıda ve kadın hastalarda menstürel siklus ile birlikteliği sorgulandı; hemogram, vitamin B12, folik asit, ferritin düzeyleri araştırıldı. Nutrisyonel eksiklik saptanan hastalar replasman tedavisi için dahiliye kliniğine yönlendirildi. Tedavi sonrası takip eden ilk ayda aft sıklığı hastalar tarafından kayıt edildi. Hastaların ilk başvuru sırasında ve tedavi sonrasındaki anamnezlerine dayanılarak aft sıklığı karşılaştırıldı.
BULGULAR: 30 RAS hastasının 5’inde (%16.7) aile fertlerinde de tekrarlayan ağız yarası olduğu öğrenildi. 3 hastada ferritin-hemoglobin-vitamin B12’nin kombine düşüklüğü, 1 hastada vitamin B 12-folik asit-hemoglobin değerlerinin kombine düşüklüğü, 1 hastada sadece vitamin B 12 değerinin düşüklüğü, 2 hastada ferritin ve hemoglobin değerlerinin kombine düşüklüğü, 2 hastada sadece ferritin değerinde düşüklük olmak üzere toplam 9 hastada nutrisyonel eksiklikler tespit edildi. Hastalar dahiliye kliniğine yönlendirilerek gerekli replasman tedavileri yapıldı. Aynı hastaların 4 ay sonraki vitamin B12, folik asit, ferritin, hemoglobin düzeyleri normal sınırlarda ölçüldü, takip eden ilk ayda aft çıkışları hastalar tarafından kayıt edildi. Replasman tedavisi sonrası ilk ay, 3 hastada aft çıkışı olmadı, 4 hastada aft sıklığı azaldı, 2 hastada aft sıklığı değişmedi.
SONUÇ: Bu çalışmadan yola çıkarak; nutrisyonel eksikliklerin aftöz lezyon gelişiminde etkili fakat tek faktör olmadığı, bu nedenle RAS antititesinin multifaktöriyel kompleks bir durum olarak irdelenmesi görüşünü savunmaktayız.
OBJECTIVE: The aim of this study is to review the recurrent apthous stomatitis (RAS) patients applied to our polyclinic in terms of triggering factors.
METHODS: 30 RAS patients applied to our polyclinic were reviewed by their anamnesis and laboratory findings. After distinction of other diseases causing aphthae or aphthae like lesions; patients who have oral aphthae more than 3 times a year were accepted as RAS patient. Patients’ family history, trauma, emotional stress, food and for women patients, relation with the menstrual cycle were questioned; hemogram, vitamin B12, folic acid, ferritin levels were investigated. Patients with nutritional deficiency were directed to internal medicine for replacement therapy. Frequency of aphthous ulcers in the first month after treatment were recorded by the patients. Aphthae frequency were compared by the anamnesis of the patients (during the first application) before and after the treatment.
RESULTS: It was found that 5 of 30 RAS patients (%16.7) had recurrent oral aphthous lesions in their family members. Combined hemoglobin, vitamin B12, ferritin deficiency was obtained in three patients; combined vitamin B12, folic acid, hemoglobin deficiency was obtained in one patient; combined hemoglobin, ferritin deficiency was found in two patients; sole vitamin B12 deficiency was found in one patient, sole ferritin deficiency was found in two patients. Totally it was found that nine patients had nutritional deficiency. These patients were directed to internal medicine clinic to recieve the appropriate replacement therapy. After four months vitamin B12, folic acid, ferritin and hemoglobin levels of the same patients were measured as normal ranges. In the following first month their aphthous lesions were recorded by the patients. After replacement therapy three patients had no aphthous lesions, in four patients aphthous lesions frequency decreased, in two patients aphthous lesions frequency did not change.
CONCLUSION: Based on this study we concluded that nutritional deficiencies have a role but not the only factor in the development of aphthous lesions. So RAS entity should be examined as a multifactorial complex disease.

7.
Nazofarenks Patolojilerinde Punch Biyopsi Sonuçları: Üç Yıllık Retrospektif Analiz
Punch Biyopsy Results of Nasopharynx Pathologies: 3 Years Retrospective Analysis
Belgin Tutar, Güler Berkiten, Tolgar Lütfi Kumral, Güven Yıldırım, Yavuz Uyar, Gülçin Harman Kamalı
doi: 10.5222/otd.2014.030  Sayfalar 30 - 33
AMAÇ: Erişkinlerde görülen nazofarengeal patolojilerde nazofarenks kanser olasılığı araştırıldı.
YÖNTEMLER: Boyunda kitle, işitmede azalma, burun tıkanıklığı, burun kanaması gibi semptomlar ile başvuran 685 hastada nazofarenks kanserini ekarte etmek için anestezi altında rijid veya fleksible endoskoplar ile nazofarenks incelendi ve biopsi alındı.
BULGULAR: Histopatolojik olarak 33 (% 4.81) hastada malignite saptandı. Nazofarenkste malignite saptanan hastaların 24 (% 72.7) ’ünde rijid/fleksible endoskop ile nazofarenks muayenesinde kitle mevcuttu. Diğer 9 (%27.3) hastaya ise kör biyopsi yapıldı.
SONUÇ: Hastaların yaş, cinsiyet, klinik ve histopatolojik analizi literatür verileri eşliğinde tartışıldı.

OBJECTIVE: Possibility of nasopharyngeal cancer was investigated at nasopharyngeal masses in adults
METHODS: In 685 patients presenting symptoms such as neck mass,decreased hearing, nasal congestion and epistaxis; nasopharynx were examined with rigid or flexible endoscopes under anesthesia and biyopsy was performed for eliminating nasopharyngeal cancer.
RESULTS: Histopathologically 33 (% 4.81) patients have malignite. 24 (% 72.7) of the cases with nasopharyngeal malignancy have mass in nasopharynx were examined with rijid/fleksible endoscope Blind biopsy were performed in the other 9 (%27.3) patients.
CONCLUSION: The age,sex,clinical and histopatological analysis of patients have discussed with the help of literature.


OLGU SUNUMU
8.
Paklitaksel ve Karboplatinin Tetiklediği Psöriaziform Dermatoz: Bir Olgu Sunumu
Paclitaxel and Carboplatin Induced Psoriasiform Dermatosis: A Case Report
Okan Kızılyel, Handan Bilen, Ömer Faruk Elmas, Şevki Özdemir, Akın Aktaş, Ali Karakuzu, Mustafa Atasoy, Necmettin Akdeniz
doi: 10.5222/otd.2014.034  Sayfalar 34 - 36
Psöriaziform dermatoz klinik ve histopatolojik olarak psöriazise benzeyen bir hastalık grubudur. Klinik olarak eritemli, skuamlı papül ve plaklar şeklinde görülür. Histopatolojisinde parakeratoz, retelerde belirginleşme, papiller dermiste dilatasyon ve değişik derecelerde epidermal hiperplazi görülebilir. Olgumuz; serviks karsinomu için paklitaksel karboplatin tedavisi almış ve sonrasında gövde ön ve arka yüzünde, alt ve üst ekstremitesinde, hafif pruritusun eşlik ettiği eritemli, hafif skuamlı papul ve plakları gelişmiş olan 63 yaşında kadın hastadır. Literatürde çeşitli ilaçlara bağlı gelişen psöriaziform dermatoz olguları mevcuttur. Paklitaksel ve karboplatine bağlı gelişen psöriaziform dermatozlar literatürde yeterince bildirilmediği için bu olguyu sunmaya karar verdik.
Psoriasiform dermatosis is a disease which resembles psoriasis clinically and histopathologically. Erythematous and scaly papules and plaques are seen clinically. Histopathological features are parakeratosis, prominent rete edges and vascular dilatation in papillary dermiş and epidermal hyperplasia in variant degrees. Our case was 63 years old woman presented as pruritic, erythematous and scaly papules and plaques on her chest, back and extremities occurred after treatment of paclitaxel and carboplatin for cervix carcinoma. There are psoriasiform dermatosis cases occurred after different kinds of drugs in literature. We decided to report this case because there are not enough psoriasiform dermatosis cases occurred after paclitaxel and carboplatin in literature.

9.
Ender Görülen Hastalıklar ve Anestezi Uygulamaları
Uncommon Diesases and Anaesthesia: Case Series
Namigar TURGUT, Asime Ay, Fulya Baturay, Ayşegül Bilen, Nurdan Kondu, Deniz Kara, Aslıhan Yıldırım, Erdinç Denizli, Döndü Genç Moralar, Sefa Özden, Selçuk Karabatak, Levent Uygur
doi: 10.5222/otd.2014.037  Sayfalar 37 - 45
Anesteziyoloji sürekli değişen bir bilimdir. Anestezi uygulamalarında perioperatif uygulanan standart güvenlik önlemleri takip gerektirir, bu nedenle yeni bir tedavi yöntemi veya yeni bir ilaç araştırmasında klinik deneyimlerimiz yanında literatür bilgilerinin de izlenmesi ve sunulması önemlidir. Bu yazıda Hastanemizde 2008-2011 yılları arasında değişik tanılarla operasyon geçiren geçiren ve nadir görülen 7 olguyu literatür bulguları ve klinik deneyimlerimiz ile sunmayı amaçladık.
Anesthesiology ever-changing science. Perioperative application requires anesthesia followed the standard security measures, therefore a new treatment method, or a new drug research in the monitoring of clinical experience and present next to the literature, is important. In this article, our hospital between 2008-2011 who were suffering from the various diagnoses of operation of the literature and clinical experience with a rare cases aimed to 7.

10.
Kolon Kanserini Taklit Eden İleoçekal Tüberkülozu: Olgu Sunumu
Ileocecal Tuberculosis Mimicking Colonic Carcinoma: Case Report
Refik Bademci, Özlem Öndeş Bayar, Arzu Akan, Giray Yavuz, Sezgin Zeren, Erman Sobutay, Yavuz Eryavuz
doi: 10.5222/otd.2014.046  Sayfalar 46 - 50
Tüberküloz (TB) tüm organ ve dokuları tutabilen bir İnfeksiyon hastalığıdır. Pulmoner TB formu daha yaygın olarak görülmesine karşın ekstrapulmoner tüberküloz (EPT) halen önemli bir klinik problemdir.
Ülkemiz gibi TB insidansının yüksek olduğu bölgelerde etiyolojisi saptanmayan enfeksiyon
hastalıklarının ayırıcı tanısında EPT’ un akılda tutulması gerekir.
Gastrointestinal sistem tüberkülozu ösefagustan rektuma kadar herhangi bir organı tutabilir.
Semptomları nonspesifik olup İnfeksiyon, inflamatuar (Crohn hastalığını) ve malignite gibi diğer abdominal hastalıkları taklit edebilir.
Barsak tüberkülozu teşhisinde hastanın klinik bilgileri, kolonoskopik bulguları ve biyopsi sonuçları birlikte değerlendirilmelidir.
Bu makalede kolon kanseri taklit eden kolonoskopide hipertrofik ülser gibi görünen, aktif ya da geçirilmiş pulmoner tüberküloz öyküsü olmayan ileoçekal bölgede görülen barsak tüberkülozu olgumuzu sunuyoruz.
Tuberculosis (TB) can involve any organ system in the body. While pulmonary tuberculosis is the most common presentation, extrapulmonary tuberculosis (EPT) is also an important clinical problem.
We concluded that in countries where TB incidence is as high as in our country, EPT must be kept in mind in differential diagnosis of infectious diseases with unknown etiology.
Tuberculosis of gastrointestinal tract may involve any portion of bowel extending from oesophagus to rectum. The symptoms and signs of colon tuberculosis are nonspesific. It may mimic many other abdominal diseases, such as infectious or inflamatuar procesess, crohn’s disease and malignancy.
Intestinal tuberculosis should be diagnosed based on overall considerations, including clinical manifestations, colonoscopy findings and biopsy.
In this case study, the authors report a case of intestinal tuberculosis which was presented as a hypertrophic ulcer, mimicking colon cancer without history of pulmonary tuberculosis in the ileocecal area.

11.
Kronik Gastritin Ender Bir Nedeni: Tavuk Kemiği Yutulması
A Chicken Bone Ingestion: An Unusual Cause of Chronic Gastritis
Barış Rafet Karakaş, Nurullah Bülbüller, Rojbin Karakoyun Demirci, Ayşe Merter Arduçoğlu
doi: 10.5222/otd.2014.051  Sayfalar 51 - 53
Yabancı bir cismin kazara yutulması göreceli olarak yaygın olsa da, nadiren ciddi komplikasyonlara neden olmaktadır. Yutma ile dışkılama arasında geçen sürenin uzamasının komplikasyon riskini arttırdığı bilinmektedir. Burada, yutulduktan sonra yaklaşık bir ay boyunca perforasyon, kanama ve obstrüksiyon gibi herhangi bir ciddi komplikasyon oluşturmadan midede kalmış bir tavuk kemiğinin tanı zorluklarını gösteren nadir bir olgu rapor edilmiştir. Bu çalışma, sindirim kanalında saplanmış keskin uçlu nesnelerin ciddi komplikasyonlara yol açmaksızın uzun dönem kalabileceğini bildirmektedir. Bununla birlikte, dispeptik yakınmalarla ve epigastrik karın ağrısı ile başvuran hastalarda, dirençli hazımsızlık belirtileri ve epigastrik ağrısı olan hastaların öyküsünde yabancı cisim akılda tutulmalıdır.
Despite the common occurrence of unintentional foreign body ingestion, foreign bodies infrequently cause major complications. The extended time interval between the ingestion and removal increases the risk of complications. This present study reports an unusual case: the diagnosis of a chicken bone that remained in the stomach for about a month without any severe complications, such as perforation, bleeding and obstruction. Previous studies has already shown that sharp-pointed objects in the gastrointestinal tract may not lead to severe complications in the late period. However, foreign body query, especially in patients with resistant dyspeptic symptoms and epigastric pain should be kept in mind.

12.
Apendiks Torsiyonunu Taklit Eden Perfore Akut Apandisit: Olgu Sunumu
Perforated Acute Appendicitis Mimicking Torsion of Appendix: A Case Report
Erdem Yılmaz, Mesut Bulakçı, Turgut Dönmez
doi: 10.5222/otd.2014.054  Sayfalar 54 - 56
Akut apandisit en sık cerrahi acillerden biridir. Apendiks torsiyonu ise nadir bir antite olup preoperatif olarak akut apandisitten ayırılamayabilir. Akut apandisit tanısında klinik bulgular önemli olmakla birlikte kliniği tam oturmamış olgularda görüntüleme yöntemleri tanıya katkı sağlamaktadır. Bu olgu sunumunda, yaygın karın ağrısı şikayeti ile acile başvuran, sonografik olarak apendiks torsiyonu düşündüren bulguları olan ancak cerrahi olarak akut perfore apandisit tanısı alan hasta anlatılmıştır.
Acute appendicitis is one of the most common surgical emergencies. Torsion of the appendix is a rare entity which can mimick acute appendicitis preoperatively. While clinical findings are important in the diagnosis of acute appendicitis, radiologic imaging modalities contribute to the diagnosis in patients with unclear clinical features. In this case, a patient with complaint of diffuse abdominal pain admitted to the emergency room. Sonographic findings were suggestive of torsion of the appendix but in surgery the final diagnosis was acute perforated appendicitis.

DERLEME
13.
Pediyatrik Yaş Grubunda Vertigolu Hastaya Yaklaşım
Evaluation of Vertigo in Pediatric Age Group
Ziya Saltürk, Güven Yıldırım, Gürcan Sünnetçi, Yavuz Uyar, Yavuz Atar, Tolgar Lütfi Kumral, Güler Berkiten
doi: 10.5222/otd.2014.057  Sayfalar 57 - 62
Pediyatrik yaş grubunda vertigo şikayeti nadir bir durum olmakla beraber çocuk üzerinde kalıcı etki bırakabilmektedir. Vertigo şikayeti gelişen çocuklarda kalıcı hareket ve denge sorunları yanısıra öğrenme güçlüğü de gelişebilmektedir. Gerek kalıcı sorunları önlemek gerekse hastanın genel durumunu düzeltmek için hastanın multidisipliner yaklaşımla ele alınması ve ayırıcı tanısı yapılarak tedavisinin erken başlanması gereklidir. Bu noktada karşımıza çıkan iki önemli güçlük pediyatrik yaş grubunda hastaların tanı testlerine uyum sağlayamaması ve çok geniş bir ayırıcı tanı spektrumuna sahip olunmasıdır. Bu derleme çalışmamızda literatürü tarayarak bu konudaki son gelişmeleri özetlemeyi amaçladık.
Although vertigo is a rare symptom in pediatric age group, it can have constant effects on children. Children with vertigo may have motor and balance problem besides learning difficulties. In order to prevent sequela and improve patients’ situation children should be evaluated by multidisciplinary approach and treatment should be begun as soon as possible. At this point, there are two main handicaps which are cooperation problem of the child and vast spectrum of diffrential diagnosis. This review aimed to consider literatüre and resume improvements on this topic.