The Journal of Pediatric Research

: 4 (3)
Volume: 4  Issue: 3 - 2017
Hide Abstracts | << Back
REVIEW
1.Interrelationship Between Childhood Obesity and Pediatric Dentistry – A Review
Gülçin Doğusal, Işıl Sönmez
Pages 90 - 95
Amaç: Çocuklarda obezite, insidansı ve prevelansı tüm dünyada giderek artmakta olan önemli bir halk sağlığı sorunu haline gelmiştir. Obezite oranlarındaki bu artış birçok sağlık sorununu da beraberinde getirmektedir. Çocukluk çağında ilk bulgularını vermeye başlayan obezite, diş çürükleri ve gingivitis gibi kronik hastalıkların, çocuğun geri kalan hayatı üzerinde oluşturacağı etkilerin erken dönemde önlenebilmesi toplumun genel sağlığının iyileştirilmesine katkıda bulunacaktır. Bu derleme ile amacımız, çocuklarda obeziteye ve obezitenin olası risklerine dikkat çekerek ağız ve diş sağlığı açısından oluşabilecek sorunları ve bu sorunlara çözüm yollarını ortaya koymaktır.
Aim: Childhood obesity is an important public health problem with an increasing incidence and prevalance worldwide. This increase in the obesity rates can bring with many other health problems. Obesity which brings earlier symptoms in childhood like other chronic diseases such as dental caries and gingivitis and it will be an important step to prevent their adverse health effects at early ages in terms of improving the societies general wellbeing. The aim of this review is to point out childhood obesity and its potential risks and put forward its consequences in terms of oral health as well as offer solutions.

2.Effect of Fatigue on Quality of Life in Pediatric Oncology Patients
Aslı Akdeniz Kudubeş, Murat Bektaş
Pages 96 - 102
Pediatrik onkoloji alanında ortaya çıkan tıbbi gelişmeler sonucu, çocukluk çağı kanserleri akut ya da terminal bir hastalıktan çok, yaşamı tehdit eden kronik bir hastalık olarak görülmektedir. Ancak kanser tedavisinde kullanılan yöntemler iyileşme oranlarını artırırken diğer yandan da, çocuk ve ailesinin üzerinde istenmeyen semptomlara neden olabilmektedir. Bu semptomlardan biri olan yorgunluk, kanserli çocukların yaşam kalitesi düzeyini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu nedenle kanserli çocuklarda yorgunluğun yaşam kalitesine olan etkisinin değerlendirilmesi önemlidir. Yorgunluk tedavi öncesinde, sırasında ve sonrasında olmak üzere hastalığın tüm aşamalarında hızlı bir şekilde tanımlanmalı, değerlendirilmeli, multidisipliner bir yaklaşımla kontrol altına alınmalı ve uygun hemşirelik bakımı uygulanmalıdır.
The result of the medical progress in the field of pediatric oncology, childhood cancers is seen a chronic life-threatening disease than acute or terminal disease. While methods that use in cancer treatment increasing the recovery rate, on the other hand it may cause adverse symptoms on the child and family. Fatigue that one of the them affects negatively on quality of life of children with cancer. For this reason, it is important to evaluate the effect of fatigue on quality of life for children with cancer. Fatigue should be identified and evaluated quickly at pre, during and after the treatment, controlled with a multidisciplinary approach and applied appropriate nursing care.

3.Relationship of Oxytocin and Attention Deficit Hyperactivity Disorder
Tuğba Kalyoncu, Burcu Özbaran, Sezen Köse, Hüseyin Onay
Pages 103 - 108
Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB), dikkat sorunları, aşırı hareketlilik ve dürtüsellik belirtileriyle karakterize olmakla birlikte fenotipik düzeyde heterojen bir bozukluktur. Özellikle çocuklarda toplumsal ilişki kurma becerilerinde sorunlara yol açması nedeniyle sosyal biliş bozuklukları da DEHB’de önem taşımaktadır. Sosyal biliş, kişinin, diğerleri ile arasındaki ilişkinin tasarımlarını yapılandırabilmesi ve bu tasarımları sosyal davranışları esnek bir şekilde yönlendirebilmek için kullanabilmesi açısından çok önemlidir. Sosyal bilişin alt birimleri olan yüz okuma, empati yeteneği gibi birimlerin oksitosin ile ilişkili olduğu öne sürülmektedir. Bu özelliklerden daha yoksun olan DEHB tanılı bireylerin sosyal alanda iletişim kurma becerileri yönünden daha zayıf oldukları düşünülmektedir. Oksitosin ve DEHB ilişkisini inceleyen çalışmalara PubMed arama motoru kullanılarak ulaşılmış ve elde edilen veriler bu derleme kapsamında ele alınmıştır. Literatürde otizm spektrum bozukluklarında, oksitosin geni ve oksitosin reseptör geni ile sosyal biliş becerileri arasında ilişkiye dayalı pek çok çalışma bulunmakla birlikte, DEHB ile ilgili yayınlar oldukça kısıtlıdır. Genetik ve çevresel faktörlerin etkisi altında farklı klinik görünümler ve bireysel varyasyonlar gösteren DEHB’de sosyal davranış modülatörü olarak bilinen oksitosinin DEHB’nin fenotipinde önemli rol oynadığı görülmektedir.
Attention deficit hyperactivity disorder (ADHD) is a phenotypically heterogenous disorder which is characterized by attention problems, hyperactivity and impulsivity. Social cognition disorders are important in ADHD, particularly in children, due to the problems they cause with the ability of social relations. Social cognition is fundamental for the individual to construct their relations with others and utilize such constructs in order to manipulate social behavior. It has been suggested that subunits of social cognition, such as facial recognition and empathy, are related to oxytocin. It is thought that individuals diagnosed with ADHD for whom such skills are less readily available have difficulties communicating on a social scale. PubMed medical search engine was used to identify the studies and review articles on oxytocin and ADHD.While the oxytocin gene and the oxytocin receptor gene are extensively studied in autism spectrum disorders, data on ADHD is scarce. Our hypothesis is that oxytocin, known as a social behavior mediator, plays a crucial role in determining the phenotype of ADHD.

4.Oral and Dental Health Problems of Children with Attention Deficit/Hyperactivity Disorders and Solution Proposals
Ceylan Çağıl Yetiş, Zuhal Kırzıoğlu
Pages 109 - 116
Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), yaşa uygun olmayan seviyede dikkatsizlik, hiperaktivite-dürtüsellik veya bunların kombinasyonu şeklinde kendini gösteren en yaygın görülen çocukluk çağı-başlangıçlı davranış bozukluğudur. DEHB etiyolojisinde genetik ve çevresel faktörlerin rolü bulunmaktadır. Hastalığın kendisinden kaynaklı davranışsal problemler ve ilaç yan etkileri nedeniyle eklenen sorunlar, DEHB'li çocukların ağız ve diş sağlığı açısından risk grubunda yer almasına ve çocuk diş hekimliğinde özel ilgi gereksinimi olan hasta grubuna dahil olmalarına neden olmaktadır. Tedavisinde kullanılan ilaçların ağız kuruluğuna neden olabildiği belirtilmiştir. DEHB olan çocukların düşük oral hijyen alışkanlıkları ve yüksek diş çürüğü prevalansına sahip oldukları bildirilmiştir. Ayrıca bruksizm gibi parafonksiyonel alışkanlıklar ve dental travmalar da bu çocuklarda daha sık gözlenmektedir. Bu derlemede DEHB görülen çocuklarda ağız diş sağlığı ve davranış yönlendirme sorunlarından bahsedilmekte ve çözüm önerilerinde bulunulmaktadır.
Attention deficit and hyperactivity disorder (ADHD), is the most common childhood onset behavioural disorder characterized by a developmentally inappropriate attention deficit, hyperactivity-impulsivity or their combination. Genetic and environmental factors play a role in the etiology. Because of the behavioural problems sourced from the disease itself and side effects of the drugs used in therapy, children with ADHD take part in the risk group in terms of oral and dental health problems and they are included in the group of patients who need special attention in pediatric dentistry. Drugs used in the treatment are expressed to cause dry mouth. Children with ADHD have been reported to have low oral hygiene habits and a high prevalence of dental caries. Also parafunctional habits such as bruxism and dental trauma is observed more frequently in these children. In this review, oral health and behavior management problems in children with ADHD are mentioned and solutions are offered.

RESEARCH ARTICLE
5.Attitudes about Medical Malpractice in Pediatric Surgery
Ahmet Arıkan, Serkan Çınarlı, Fisun Şenuzun Aykar, Ali Sayan
Pages 117 - 122
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı hastanelerde görev yapan çocuk cerrahlarının tıbbi malpraktise karşma oranları, tıbbi malpraktis oranlarının yaş ve deneyim yılı ile ilgili olup olmadığı, tıbbi hata durumlarını raporlayıp raporlamadıkları ve yasal süreç hakkındaki bilgi düzeylerine yönelik oranları saptamaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırmacılar tarafından oluştural iki bölümlü web tabanlı soru formu ile verilerin toplandığı kesitsel bir çalışmadır. Web tabanlı anket, yirmi dört sorudan oluşmakta ve çalışma amacına yönelik olarak ilgili literatürün incelenmesi ile elde edilmiştir. Tüm istatistiksel analizler SPSS 18.0 kullanılarak yapılmıştır.
BULGULAR: Yüz elli bir çocuk cerrahı anketi cevaplamıştır. Cevaplara göre; % 46'sı uzman,% 87'si kamu hastanelerinde çalışıyor ve % 9'u da hiç tıbbi malpraktis yaşamamıştır. Kurum türü, yaş ve deneyim tıbbi malpraktis oluşumunu etkilememektedir. Kıdemsiz çocuk cerrahları çoğunlukla abdominal, ürogenital, yenidoğan ve göğüs cerrahisinde tıbbi malpraktis oluştururken, kıdemli cerrahlar çoğunlukla yenidoğan cerrahisinde tıbbi malpraktis gerçekleştirmiştir. Tıbbi malpraktis oluşumunu etkileyen başlıca faktörler bilgi ve deneyim eksikliğidir. İş koşulları ve bitkinlik küçük roller oynamaktadır. Dikkat eksikliği de başarıyı etkilemektedir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Birkaç tıbbi malpraktis vakası mahkemeye taşınmıştır. Tıbbi malpraktis oluşumunda deneyim, bilgi ve dikkat eksikliği önemli rol oynamaktadır. Tıbbi malpraktis vakaları dikkatli bir şekilde arşivlenmelidir.
INTRODUCTION: The aim of this study is to evaluate the proportion of pediatric surgeons who had committed medical malpractice (MM) while on duty in hospitals, whether age and experience changed attitudes towards medical malpractice, and reported medical malpractice and legal processes.
METHODS: A survey design with a cross-sectional method was used to two-part web-questionnaire developed by the authors. The web-questionnaire consisted of twenty four questions and was prepared after a review of the relevant literature in the sequence described above as required to address the aims of the study. All statistical analysis was conducted using SPSS 18.0.
RESULTS: One hundred fifty one pediatric surgeons answered the questionnaire, reporting that: 46% were specialists, 87% were working in public hospitals, and 9% never committed MM. Type of institution, age and years of experience did not affect the occurrence of MM. While junior pediatric surgeons mostly committed MM in abdominal, urogenital, newborn and thoracic surgeries, senior surgeons mostly committed MM in newborn surgery. The major factors that affect the occurrence of MM seem to be lack of knowledge and experience. Work conditions and exhaustion play minor roles. Lack of attention also affects success.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Few MM cases were taken into court. Lack of experience, knowledge and attention play major roles in the occurrence of MM. Medical malpractice cases should be archived meticulously

6.Psychometric Properties of the Turkish Version of “Inventory of Callous-Unemotional Traits - Youth Form”
Sezen Köse, Tuğba Kalyoncu, Berrin Eylen Özyurt, Burcu Özbaran
Pages 123 - 129
GİRİŞ ve AMAÇ: Duygusal ifadeden yoksunluk, suçluluk ve empati eksikliği gibi katı-duygusuz özellikler, özellikle gelecekte saldırgan ve şiddet içeren davranışlar için artmış risk taşıyan antisosyal özellikleri olan gençlerin ciddi bir alt grubunu oluşturmaktadır. Çalışmamızda, katı-duygusuz özelliklerin belirlenmesine yönelik geliştirilen ‘Inventory of Callous Unemotional-Katı-Duygusuz Özellikleri Tarama Ölçeği’ (ICU) Genç-öz bildirim formu Türkçe uyarlamasının (ICU-TR) psikometrik özelliklerini belirlemek amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda ICU-TR, 301 öğrenci tarafından doldurulmuş, ölçeği eksiksiz dolduran 250 öğrencinin formu çalışmaya alınmıştır. Toplam 100 kişi ortalama 3 hafta sonra ICU-TR’yi tekrar doldurmuştur. Ölçeğin faktör yapısı ana bileşen analiziyle incelenmiş, iç tutarlığı Cronbach alfa katsayısı ile hesaplanmıştır. Ölçüt bağıntılı geçerlik analizinde ve test-tekrar test güvenirliğinin incelenmesinde Pearson korelasyon analizi uygulanmıştır.
BULGULAR: Olguların yaş ortalaması 14.38 yıl; %68’i erkek, %32’si kızdır. Faktör analizi ile 2 faktörlü yapı desteklenmiştir. Birinci faktör (callousness-katılık) 12 maddeden (Eigen value=4.8; r=0.58, p<0.001); ikinci faktör (uncaring-duyarsızlık) 11 maddeden oluşmuştur (Eigen value=2.3; r=0.64, p<0.001). Toplam ölçek Cronbach alfa katsayısı 0.55; Katılık alt ölçeği için Cronbach alfa 0.77, duyarsızlık alt ölçeği için ise 0.58 saptanmıştır. Ölçek test-tekrar test güvenirlik katsayısı 0.88’dir (p<0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: ICU-TR’nin faktör analizi ile 2 faktörlü yapısının geçerliği gösterilmiştir. Test-tekrar test güvenirliği ve alt ölçekler ve toplam ölçek iç tutarlılık güvenirliğinin yeterli düzeyde olduğu saptanmıştır.
INTRODUCTION: Callous and unemotional traits, such as inability of emotional communication, and lack of feelings of guilt and empathy, are frequently found in youth with antisocial manners who are at increased risk for violent behavior in future. We aimed to identify the psychometric properties of the Turkish version of “Inventory of Callous-Unemotional Traits-Youth Form” (ICU-TR).
METHODS: The ICU-TR was administered to 301 students, 250 completely filled out form have been included in the study. One hundred students have filled the ICU-TR averagely 3 weeks later for test-retest reliability. The factor structure of the scale has been studied with principle component analysis, and reliability is measured with Cronbach’s alpha. Pearson correlation is used for criterion-related validity and test-retest reliability.
RESULTS: The mean age of cases was 14.38, with 68% male and 32% female. Factor analysis supported a two factorial structure. First factor (callousness) has 12 items (Eigen value=4.8
DISCUSSION AND CONCLUSION: The construct validity of ICU-TR was shown by factor analysis. It has been shown that the test-retest reliability and sub-scale and total scale reliability is sufficient-

7.Impact of a refresher training on paediatric nurses’ realisation of their roles and functions
Mine Hızel Bahçeci, Ayda Çelebioğlu
Pages 130 - 136
GİRİŞ ve AMAÇ: Çocuk hemşirelerine verilen yenileme eğitiminin, bakım uygulamalarındaki rol ve işlevlerini gerçekleştirme durumuna etkisini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tek grup öntest - sontest desende planlanmış bu çalışmanın verileri, Haziran 2012- Ocak 2014 arasında, Kuzey Kıbrıs’taki tüm Devlet hastanelerinin çocuk ünitelerinde yapılmıştır. Çalışmaya, bu ünitelerde görevli olan tüm gönüllü hemşireler (n = 85) alınmıştır. Çocuk hemşirelerinin rol ve işlevlerini yenileme eğitimi, iki hafta boyunca, dört günde uygulanmıştır. Hemşirelerin rol ve işlevlerini gerçekleştirme durumları, uygulanan eğitim öncesi ve sonrasında çocuk hemşirelerinin rol ve işlevlerini uygulama ölçeğinin puan ortalamaları ile değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Çocuk hemşirelerinin rol ve işlevlerini uygulamaya ilişkin durumları, eğitim sonrası anlamlı bir artış göstermiştir. İletişim ve işbirliği rolü alt ölçeği puanı üzerinde hemşire yaşının ve danışmanlık rolü alt ölçeği puanı üzerinde ise çalıştığı pozisyonun etkili olduğu belirlenmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuçlar, çocuk hemşirelerine düzenli ve planlı olarak verilen yenileme eğitiminin, hemşirelerin rol ve işlevlerine yönelik uygulama durumları konusundaki farkındalıklarını artırdığını ve dolayısıyla bakım uygulamalarını pozitif etkileme potansiyeline sahip olduğunu göstermiştir.
INTRODUCTION: To assess the impact of refresher training provided to pediatric nurses on the realization of their roles and functions in their nursing practices.
METHODS: The study was planned as single-group research with a pretest and posttest and conducted over the period June 2012 - January 2014 in the children's units of all of the state hospitals in Northern Cyprus. All nurses (n=85) working in these units volunteering to participate in the study were recruited. The refresher training program on the roles and functions of pediatric nurses was implemented four days a week for two weeks. Their mean scores on the pediatric nurses’ implementation of roles and functions inventory that was administered prior to and following the program were used to assess the realization of the nurses’ roles and functions.
RESULTS: The pediatric nurses' implementation of their roles and functions showed a significant improvement following the program. It was determined that the nurses' age had an impact on the subscale of the role of communicator and cooperator and that the position of the nurse had an impact on the subscale of the role of counselor.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The results indicated that a program of regular and planned refresher training for pediatric nurses increased their awareness about the implementation of their roles and functions and consequently produced the potential of a positive impact on nursing practices.

8.The Effect Of Vagal Nerve Stimulation On Quality Of Life In Pediatric Cases
Hande Gazeteci Tekin, Sezen Köse, Sarenur Gökben, Serpil Erermiş, Tuncer Turhan, Hasan Tekgül, Sanem Yılmaz, Gül Serdaroğlu
Pages 137 - 142
GİRİŞ ve AMAÇ: Dirençli epilepsi hastalarında vagal sinir uyarımı (VSU) sonrası yaşam kalitesi, nöbet sıklığı ve psikiyatrik değerlendirilmesini değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2010-2014 yılları arasında VSU uygulanan 11 dirençli epilepsi hastası tek merkezli longtidunal gözlemsel prospektif çalışmaya alınmıştır. Hastalar VSU tedavisi öncesi, nöbet sıklığı, DSM-IV psikiyatrik bozuklukları için yarı yapılandırılmış klinik görüşme Okul çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi - Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli - ÇDGŞG-ŞY ile değerlendirilmiş ve Çocuklar için Depresyon Ölçeği-ÇDÖ, Beck Depresyon Envanteri-BDE, Çocuklar için Durumluk ve Sürekli Kaygı Ölçeği (ÇİDSKÖ) ve Hastalık Algısı Ölçeği doldurmuştur. Aileleri ise Çocuk ve Gençlerde Davranış Değerlendirme Ölçegi (ÇDDÖ) ve Çocuklar için Yaşam Kalitesi Ölçeği-ebeveyn formu (ÇİYKÖ) doldurmuştur. Tüm değerlendirmeler VSU uygulamasından önce, 1. yılında ve 2.yılında tekrarlanmıştır.
BULGULAR: Vagal sinir uyarımı takılma yaşı ortalama 11,5 yaş (2,5-16) idi. yaş ortalaması 13,9 (2,5-18) yaş idi. Hastaların VSU öncesi epilepsi nedeniyle izlem süresi ortalama 6,6 yıl, VSU kullanım süresi ortalama 30,4 (10-96) aydır. ILAE sınıflamasına göre 7 hasta fokal epilepsi, 4 hasta jeneralize epilepsi idi. Hastaların VSU ile izlemlerinin ilk yılında nöbet sıklığında ortalama %42, ikinci yıl %43 azalma saptandı. Hastaların ilk vizitlerinde 4’ünde psikopatoloji bulunmazken 7 hastada değişik psikopatolojiler tanımlanmıştır.
Hastaların ÇDÖ/ Beck depresyon envanteri, ÇİYKÖ, ÇDDÖ değerlendirilmelerinde VSU uygulaması öncesi, 1.yıl ve 2.yıl arasında fark saptanmadı.

TARTIŞMA ve SONUÇ: İlaca dirençli epilepsilerde VSU’sı faydalıdır. Literatürde depresyon ve yaşam kalitesine faydalı olduğu gösterildiği halde çalışmamızda anlamlı bir fark saptanmadı. Nöbet sıklığında olduğu gibi ilerleyen yıllarda depresyon ölçeklerinde de iyileşme olacağını düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: To evaluate the value of vagal nerve stimulation (VNS) in improving quality of life, seizure frequency and mood in children with pharmacoresistant epilepsy.
METHODS: Eleven pharmacoresistant epileptic children implanted with the VNS Therapy device between 2010-2014 were included in this prospective longtidunal study. Clinical assessment for DSM-IV psychiatric disorders, schedule for affective disorders and schizophrenia for school children were applied. Childhood Depression Inventory (CDI), Beck Depression Inventory (BI) were filled. Child Behavior Checklist and The Pediatric Quality of Life Inventory (PedsQL) were filled by parents before the implantation. All of these tests were repeated at the first and the second year of implantation.
RESULTS: Mean age at first VNS therapy device implantation was 11.5(2.5-16). Mean duration of epilepsy prior to VNS implantation was 6,6 years and VNS usage period was 30.4 months (10-96). ILAE classification of predominant seizure type was partial in 7 and generalized in 4 patients. Decrease in number of seizures was 42% and 43% in the first and the second year respectively. While four of 11 patients had no psychopathology, different problems were determined in seven patients. There was no statistically significant difference between the scores of CDI/Beck DI, scores of CBCL and the Pediatric Quality of Life Inventory (PedsQL) prior to implantation and 1 year and 2 years after implantation didn't differ.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Vagus nerve stimulation is partially effective for controlling drug-resistant epilepsy. Although a positive effect on depression and quality of life is reported in literature, the results of this study were not statistically significant. We think that the scores of depression inventory should gradually decrease in years as it is reported for seizure frequency.

9.Changes in the frequency of diabetic ketoacidosis in type 1 diabetes cases at diagnosis: 15-year single center experience
Sezer Acar, Yıldız Gören, Ahu Paketçi, Ahmet Anık, Gönül Çatlı, Hale Tuhan, Korcan Demir, Ece Böber, Ayhan Abacı
Pages 143 - 148
GİRİŞ ve AMAÇ: Tip 1 diyabet mellitus (T1DM) tanısı alan çocukların diyabetik ketoasidoz (DKA) sıklığının ve klinik özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya Ocak 1999- Haziran 2014 tarihleri arasında T1DM tanısı alan 282 çocuk olgu dahil edildi. Hastalar tanı yaşı (0,5- 5,99 yaş, 6,0- 10,99 yaş ve 11,0- 18,0 yaş) ve tanı yılına (Ocak 1999- Aralık 2003, Ocak 2004- Aralık 2008 ve Ocak 2009- Haziran 2014) göre üç gruba ayrıldı. Tanı yılı, tanı yaşı, tanı mevsim, cinsiyet, başvuru anındaki semptomlar ve laboratuvar bulguları üç gurup arasında karşılaştırıldı.
BULGULAR: T1DM tanısı alan tüm olguların 122’sinde (% 43,1) DKA saptandı. DKA şiddetine göre değerlendirildiğinde % 45,1 hafif, % 32,8’i orta, % 22,1’i ağır idi. DKA sıklığının yıllar içinde artığı saptandı (Ocak 1999- Aralık 2003 arasında % 36,4, Ocak 2004- Aralık 2008 arasında % 41,7 ve Ocak 2009- Haziran 2014 arasında % 46,5). Beş yaş ve altındaki olgularda semptom süresi anlamlı olarak daha düşük ve DKA sıklığı daha yüksekti (p<0,01). En sık başvuru semptomları sırasıyla poliüri, polidipsi ve kilo kaybı olarak saptandı. Hastalar en sık olarak (% 61,5) sonbahar ve kış mevsimlerinde tanı almıştı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma, ülkemizde yeni tanı alan T1DM’li çocukların halen DKA ile başvurma oranlarının yüksek olduğunu göstermektedir. Bu durum, diyabetin semptomlarına yönelik farkındalığın, süreklilik arz eden çalışmalar ile arttırılması gerektiğine işaret etmektedir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to determine the frequency and clinical characteristics of diabetic ketoacidosis (DKA) among children diagnosed with type 1 diabetes mellitus (T1DM).
METHODS: This study included 282 pediatric cases diagnosed with T1DM between January 1999 and June 2014. Patients were divided into three groups according to age at onset (0.5 to 5.99 years, 6.0 to 10.99 years, and 11.0 to 18.0 years) and date of onset (January 1999- December 2003, January 2004- December 2008, and January 2009- June 2014). Date and age of diagnosis, seasons of diagnosis, gender, symptoms at admission, and laboratory findings were analyzed and compared in these groups.
RESULTS: Of all patients diagnosed with T1DM, 122 (43.2 %) presented with DKA. According to severity of DKA, 45.1 % were mild, 32.8 % moderate, and 22.1 % severe. The frequency of DKA were found to increase over the past years (36.4 % between January 1999-December 2003, 41.7 % between January 2004-December 2008, 46.5 % between January 2009-June 2014). The symptom duration was significantly lower and DKA frequency higher in ≤5 year-old patients (p<0.001, p<0.004, respectively). The most prevalent symptoms were polyuria, polydipsia, and weight loss, respectively. The patients were diagnosed mostly (61.5 %) in autumn and winter.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study showed that the frequency of DKA among children with newly diagnosed T1DM in our country were still high. This situation indicates a persistent needs to increase awareness of symptoms of diabetes.

10.Eating attitudes and related factors of students in high schools in a province center
Serdar Yıldırım, Ersin Uskun, Merve Kurnaz
Pages 149 - 155
GİRİŞ ve AMAÇ: Bireylerin özellikle adölesan dönemde yeme davranışlarının ve olumsuz yeme tutumlarının belirlenmesi, olumsuz yeme tutumuna sebep olan faktörlerin saptanması, bir halk sağlığı sorunu olan obezitenin ve ilişkili hastalıkların önlenmesinde yol gösterici olabilir.
Bu araştırmanın amacı; bir il merkezinde liselerde eğitim gören öğrencilerin yeme tutumlarını değerlendirmek ve olumsuz yeme tutumu ile ilişkili olabilecek faktörleri incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kesitsel-analitik tipteki bu araştırmada belirlenen örneklemin %90,7’sine ulaşılmış (n=1263), sosyodemografik özellikleri sorgulayan anket ve yeme tutum testi kullanılarak veriler toplanmıştır. Veriler bilgisayarda tanımlayıcı analizler, ki kare ve lojistik regresyon analizleri kullanılarak değerlendirilmiştir. İstatistik anlamlılık düzeyi p<0,05 olarak alınmıştır.
BULGULAR: Tek değişkenli analizlerde eğitim görülen okul, cinsiyet, sağlık algısı, beden kütle indeksi (BKİ) ve aile tipi yeme tutumu ile ilişkili değişkenler olarak belirlenmiştir. Çoklu regresyon modelinde özel okulda eğitim görmek (OR=2,9, p<0,001), kadın olmak (OR=1,9, p=0,002), kötü düzeyde sağlık algısına sahip olmak (OR=4,9, p=0,029) ve BKİ’ye göre şişman olmak (OR=1,9, p=0,039) olumsuz yeme tutumu için risk faktörleri olarak tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Olumsuz yeme tutumu kişilerin sağlık algılarını bozan, şişmanlamalarına sebep olan bir durumdur ve bu durumlar kısır döngü halinde yeme tutumunu daha da olumsuz yöne doğru değiştirebilir. Bu çalışmada olumsuz yeme tutumu için risk faktörü olabilecek durumlar değerlendirilmiş ve özellikle kadın cinsiyetin, özel okulda eğitim görmenin, şişman ve olumsuz sağlık algısına sahip olmanın anlamlı risk faktörleri olduğu belirlenmiştir. Risk gruplarına olumlu yeme tutumu geliştirmeye yönelik farkındalık çalışmaları yapılmalıdır.
INTRODUCTION: Determination of eating behaviours and negative eating behaviours especially during adolescent period, identifying the factors that can lead to negative eating attitudes; can be directive in the prevention of obesity, which is a public health problem, and associated diseases.
The aim of this study was to assess students' eating attitudes who were studying in high schools in a city center and to examine the factors that may be associated with negative eating behaviors.
METHODS: In this cross sectional-analytic type research; 90.7% of the designated sample was reached (n=1263), data were collected by using a questionnaire about sociodemographic characteristics and eating attitudes test. Data were analysed by using descriptive analysis, chi-square and logistic regression analysis in computer. Results with P-values less than 0.05 were considered statistically significant.
RESULTS: In univariate analysis; common school education, gender, health perception, body mass index (BMI) and family type were identified as the variables associated with the eating attitudes. In multiple regression model; studying in a private school (OR = 2.9, p <0.001), female gender (OR = 1.9, p = 0.002), to have a poor level of health perception (OR = 4.9, p = 0.029) and being overweight according to BMI (OR = 1.9, p = 0.039) were identified as risk factors for negative eating behaviors.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Negative eating behavior is a condition which ruins health perception of people and causes obesity and these conditions can make eating behaviour worse in a vicious cycle. In this study; conditions, which can be a risk factor for negative eating behaviors, were evaluated and especially female gender, studying in a private school, obesity and having a negative health perception were defined as significant risk factors. Awareness activities should be made in risk groups in order to develop positive eating behaviors.

11.To evaluation of taking iron supplementation in children aged 6 months-2 years
Tuba Hilkay Karapınar, Olgay Bildik, Sultan Aydın Köker, Ersin Töret, Yeşim Oymak, Yılmaz Ay, Bengü Demirağ, Canan Vergin
Pages 156 - 159
GİRİŞ ve AMAÇ: İnfantlar için özel profilaksi programlarına rağmen, ülkelerin kültürel ve sosyoekonomik durumlarına bağlı olarak, demir eksikliği anemisi halen daha yaygındır. Türkiye’de, 2004 yılından beri 6-12 ay arası çocuklara ücretsiz olarak demir desteği yapılmaktadır. Bu çalışmada, profilaktik demir kullanılabilirliğinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ekim 2014-Haziran 2015 tarihleri arasında, polikliniklerde, profilaktik demir kullanımını değerlendirmek için 6-24 ay arasında çocuğu olan annelere anket uygulandı.
BULGULAR: İki yüz çocuk çalışmaya alındı. Çocukların %16’sında demir profilaksisi hiç kullanılmamıştı. Çocukların 58’inde (%29) profilaksi 6 aydan daha uzun süre kullanılmıştı. Prematür ve matür doğan çocuklar arasında profilaksi kullanım süresi açısından farklılık yoktu. Çocukların %36’sında profilaksi ihmal nedeniyle bırakılırken %8,5’unda ilaca bağlı yan etkiler nedeniyle bırakılmıştı, %39,5’unda profilaksiyi doktorun sonlandırdığı belirtilmişti. Uygun profilaksi dozu çocukların %40’ında kullanılmıştı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Profilaksi için uygun doz ve kullanım süresinin düşük oranda olduğu bulunmuştur. Altı ay ve üzerinde demir kullanan toplam 58 çocuğun 48’inde (%82,7) profilaksiyi doktorun sonlandırmış olduğunun belirtilmesi infant döneminde düzenli olarak sağlıklı çocuk izlemi yapılmasının profilaktik demir kullanım süresini uzattığını düşündürtmektedir.
INTRODUCTION: Although special supplemental programs for infants, iron deficiency anemia remain relatively common, depending on ethnicity and socioeconomic status. In Turkey, iron supplementation (IS) without payment has given in infants from 2004. To evaluation of taking IS in infants is aimed in current study.
METHODS: Between October 2014 and June 2015, the survey evaluated to prophylactic use of iron in infants was applied to the mothers whose children aged 6-24 months at the polyclinics.
RESULTS: Two hundred children were included in current study. IS was not began in 16% of the children. There were no differences in attendance time of IS between the premature and mature infants. Only 29% of the children were used to IS longer than 6 months. While 36% of the children were stopped IS due to negligence, 8.5% of them were stopped it because of the adverse effect of the drug and 39.5% of them were informed that IS had been stopped by the doctors. Advisable supplementation dosage was used in 40% of the children.
DISCUSSION AND CONCLUSION: There was found a low ratio of reasonable attendance time and the dosage for prophylaxis. A total 58 children had used to IS longer than 6 months and 48 of them (82.7%) was reported that IS had stopped by the doctor. It was thinked that regularly healthy-child examining at infancy is augmented attendance time of IS.

CASE REPORT
12.A rare cause of peripheral facial paralysis of childhood in our country: Lyme disease
Emine Özdemir, Dolunay Gürses
Pages 160 - 162
Lyme hastalığı, Borrelia burgdorferi isimli spiroketin neden olduğu, deri, eklemler, kalp ve santral sinir sistemi gibi çok sayıda sistemi tutan bir zoonozdur. Bu olgu sunumunda; ateş, yaygın oral aft, peroral kurutlu yaralar, döküntü ve görmede bulanıklık yakınmaları ile getirilen ve periferik fasiyal paralizi saptanarak, Lyme hastalığı tanısı koyulan 10 yaşında bir erkek olgu sunuldu. Ateş ve periferik fasiyal paralizi ile başvuran hastalarda ayırıcı tanıda Lyme hastalığının da akılda tutulması gerektiği vurgulanmak istendi.
Lyme disease is a zoonosis caused by a spirochete named Borrelia Burgdorferi, which is related with multi systemic involvement like skin, joints, heart and central nervous system. In this case report, 10 year old male presented with fever, widespread oral aphthous ulcers, perioral crusted lesions, rash and blurred vision and in diagnosed with peripheral facial paralysis caused by Lyme disease. In this report we want to emphasize that in patients with fever and peripheral facial paralysis, Lyme disease could be kept in mind in differential diagnosis.

13.A new problem of adolescents: “Bonsai”
Özlem Gül, Dolunay Gürses, Emine Özdemir, Ferhat Yıldız
Pages 163 - 166
Sentetik kannabinoidlerin son yıllarda ergenlerde kullanımı artmaktadır. Ülkemizde “bonzai” olarak bilinmektedirler. Psikoz, ajitasyon, ataksi, konvülsiyon, halüsinasyon gibi nöropsikiyatrik etkilere neden olabildiği gibi; taşikardi, sistolik hipertansiyon, postural hipotansiyon ve göğüs ağrısı gibi kardiyovasküler semptomlara da yol açabilmektedir. Bu makalede; şiddetli göğüs ağrısı ve kardiyak enzim yüksekliği ile acil servise başvuran ve “bonzai” kullandıklarını ifade eden üç erkek ergen sunuldu.
Synthetic cannabinoids have been increasingly used by adolescents for the recent years. In our country, synthetic cannabinoids are known as “bonsai". It may cause neuropsychiatric effects such as psychosis, agitation, ataxia, convulsion, hallucinations and may also cause cardiovascular symptoms such as tachycardia, systolic hypertension, postural hypotension and chest pain. In this article; three adolescent males were reported who said that using to “bonsai”, admitted in emergency department with severe chest pain and significantly higher cardiac enzymes.

14.Management of early congenital syphilis in a newborn case with maculopapular rash
Özgün Uygur, Burçe Emine Yaşar, Zümrüt Şahbudak Bal, Özge Altun Köroğlu, Mehmet Yalaz, Mete Akisü, Fadıl Vardar, Nilgün Kültürsay
Pages 167 - 170
Konjenital sifiliz, sifilizli annelerin prenatal dönemde düzenli izlem ve etkin tedavilerinin sağlanması, doğum sonrası bebeklerin hızla değerlendirilip erken tedavi edilmeleriyle önlenebilir.. Burada annesi sifiliz tanısıyla yetersiz tedavi almış, makülopapüler döküntülerle başvuran maternal treponemal testi pozitif saptanarak erken konjenital sifiliz tanısıyla başarıyla tedavi edilen yenidoğan hasta sunulmaktadır.
Congenital syphilis is preventable with proper antenatal follow-up and treatment of the pregnants infected with trepenoma pallidum, rapid evaluation and early treatment of the newborns. Here we report, a newborn with early congenital syphilis presented with maculopapular rash being born to an unadequately treated syphilitic mother with positive treponemal test.