Turkish Journal of Hematology

Turk J Hematol: 29 (4)
Cilt: 29  Sayı: 4 - 2012
Özetleri Gizle | << Geri
DERLEME
1.
Von Willebrand Hastalığı’nın Moleküler Genetiği
The Molecular Genetics of von Willebrand Disease
Ergül Berber
doi: 10.5505/tjh.2012.39205  Sayfalar 313 - 324
Von Willebrand Faktöründe (vWF) görülen kantitatif azalma veya kalitatif bozukluklar bir kanama diyatezi olan ve oldukça sık rastlanan von Willebrand Hastalığının (VWH) oluşumuna neden olur. VWH klinik ve genetik heterojenite gösteren karmaşık bir hastalıktır. Genetik ve çevresel nedenlere ikincil eksik penetrans ve VWF düzeyinde olan değişiklikler olması VWH’nın karmaşık bir yapı göstermesine neden olan faktörlerdir. VWF genindeki mutasyonlardan bazıları biyosentezi ve multimerizasyonu etkilerken, diğer mutasyonlar vWF’nin dolaşımdan daha erken uzaklaştırılmasına neden olarak fonksiyonunu etkiler. Belirli bir mutasyon ile birlikte kan grubunun da O olması fenotipin daha ağır olmasına neden olabilir. Bu derlemenin amacı vWH’nın moleküler genetiği ile ilgili güncel yayınları inceleyerek onların bir özetini yapmaktır.
Quantitative and/or qualitative deficiency of von Willebrand factor (vWF) is associated with the most common inherited bleeding disease von Willebrand disease (vWD). vWD is a complex disease with clinical and genetic heterogeneity. Incomplete penetrance and variable expression due to genetic and environmental factors contribute to its complexity. vWD also has a complex molecular pathogenesis. Some vWF gene mutations are associated with the affected vWF biosynthesis and multimerization, whereas others are associated with increased clearance and functional impairment. Moreover, in addition to a particular mutation, type O blood may result in the more severe phenotype. The present review aimed to provide a summary of the current literature on the molecular genetics of vWD.

ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Pediatrik T-Hücreli Akut Lenfoblastik Lösemide (T-ALL) T-Hücrelerine Özgü Transkripsiyon Faktörlerinin Artmış Gen Anlatımları
Upregulation of T-Cell-Specific Transcription Factor Expression in Pediatric T-Cell Acute Lymphoblastic Leukemia (T-ALL)
Müge Sayitoğlu, Yücel Erbilgin, Özden Hatırnaz, İnci Yıldız, Tiraje Celkan, Sema Anak, Ömer Devecioğlu, Gönül Aydoğan, Serap Karaman, Nazan Sarper, Çetin Timur, Ümit Üre, Uğur Özbek
doi: 10.5505/tjh.2012.13540  Sayfalar 325 - 333
AMAÇ: T-hücreli akut lenfoblastik lösemi (T-ALL), tekrarlı kromozom bozuklukları ve T-hücre gelişim basamaklarındaki anormal ektopik gen anlatım profili ile ilişkilidir. T-ALL patogenezine eğilebilmek için, çocukluk çağı T-ALL hastalarında, yedi farklı T-hücre onkogenlerinin anlatım düzeylerini belirlemeyi hedefledik (LMO2, LYL1, TAL1, TLX1, TLX3, BMI1 ve CALM-AF10).
YÖNTEMLER: Çocukluk çağı T-ALL hastalarında (n=43) LMO2, LYL1, TLX1, TLX3, BMI1, TAL1, CALM-AF10 gen ekspresyonları kantitatif eş zamanlı PCR yöntemi ile tespit edildi.
BULGULAR: T-ALL hastalarının büyük çoğunluğunda, artmış LMO2, LYL1, TAL1 ve BMI1 gen anlatımları belirlendi. Normal timosit gelişiminin spesifik basamaklarındaki lösemik tutulumu gösteren genlerden olan LYL1 ve LMO2’ nin artmış ekspresyonu kortikal ve olgun timosit gelişim basamaklarında gözlendi. Bunun yanı sıra, artmış TAL1 ve BMI1 ekspresyonları bütün fenotipik alt gruplarda belirlendi. Altı hastada, normal koşullarda anlatımı görülmeyen TLX1 ve TLX2 gen anlatımları mevcut iken, hastalarımızın hiçbirinde CALM-AF10 füzyon gen transkripti belirlenmedi. Onkogen ekspresyonları ile klinik verileri karşılaştırdığımızda ise LYL1 ve LMO2-LYL1 genlerinin beraber anlatımları mediasten tutulumu ile ilişkili bulundu. Ancak, yüksek onkogen ekspresyonları pediatrik T-ALL grubumuzda hastaların son durumlarının önceden tahmin edilebilmesi açısından anlamlı değildir. Ama TAL1 ve/veya LMO2 ve/veya LYL1 gen ekspresyonlarının kötü prognozla ilişkili olabileceğine dair bir eğilimden bahsedebiliriz.
SONUÇ: TAL1 ve/veya LMO2 ve/veya LYL1 gen ekspresyonlarının kötü prognozla olan ilişkisi, onkogenik yeniden düzenlenmeler ve immünfenotipik belirteçlerle beraber, daha büyük çalışma gruplarında çalışılması ve hastanın son durum ile olan ilişkisinin ortaya çıkarılması, gelecekteki tedavi protokolleri için önem arz etmektedir.
OBJECTIVE: T-cell acute lymphoblastic leukemia (T-ALL) is associated with recurrent chromosomal aberrations and abnormal ectopic gene expression during T-cell development. In order to gain insight into the pathogenesis of T-ALL this study aimed to measure the level of expression of 7 T-cell oncogenes (LMO2, LYL1, TAL1, TLX1, TLX3, BMI1, and CALM-AF10) in pediatric T-ALL patients.
METHODS: LMO2, LYL1, TLX1, TLX3, BMI1, TAL1, and CALM-AF10 expression was measured using quantitative real-time PCR in 43 pediatric T-ALL patients.
RESULTS: A high level of expression of LMO2, LYL1, TAL1, and BMI1 genes was observed in a large group of T-ALL. Several gene expression signatures indicative of leukemic arrest at specific stages of normal thymocyte development (LYL1 and LMO2) were highly expressed during the cortical and mature stages of T-cell development. Furthermore, upregulated TAL1 and BMI1 expression was observed in all phenotypic subgroups. In all, 6 of the patients had TLX1 and TLX3 proto-oncogene expression, which does not occur in normal cells, and none of the patients had CALM-AF10 fusion gene transcription. Expression of LYL1 alone and LMO2-LYL1 co-expression were associated with mediastinal involvement; however, high-level oncogene expression was not predictive of outcome in the present pediatric T-ALL patient group, but there was a trend towards a poor prognostic impact of TAL1 and/or LMO2 and/or LYL1 protooncogene expression.
CONCLUSION: Poor prognostic impact of TAL1 and/or LMO2 and/or LYL1 proto-oncogene expression indicate the need for extensive study on oncogenic rearrangement and immunophenotypic markers in T-ALL, and their relationship to treatment outcome.

3.
Homozigot Ailevi Hiperkolesterolemi’nin 'Cascade Filtration' Plazmaferez ile Başarılı Tedavisi
Successful Treatment Of Homozygous Familial Hypercholesterolemia Using Cascade Filtration Plasmapheresis
Fatih Kardas, Aysun Cetin, Musa Solmaz, Ruksan Buyukoglan, Leylagul Kaynar, Mustafa Kendirci, Bulent Eser, Ali Unal
doi: 10.5152/tjh.2011.20  Sayfalar 334 - 341
AMAÇ: Çalışmamızın amacı, homozigot ailevi hiperkolesterolemili çocuk hastalarda ‘cascade filtration’ tekniği ile yapılan düşük dansiteli lipoprotein kolesterol (LDL-C) aferez tedavisinin etkinliğinin tespit edilmesi, işlem sırasında oluşabilecek yan etkilerin ve zorlukların ortaya konulmasıdır.
YÖNTEMLER: Homozigot ailevi hiperkolesterolemili 3 çocuk hastada, ‘cascade filtration’ sistemi kullanılarak LDL aferezi uygulandı. Tüm hastalar için toplam 120 aferez seansı yapıldı.
BULGULAR: ‘Cascade filtration’ tedavisi ile ortalama LDL-C seviyeleri, 418 ± 62 mg/dl’den 145 ± 43 mg/dl’ye belirgin olarak düştü (p<0.05). Total kolesterol, LDL-kolesterol ve HDL-kolesterol’ün plazma seviyelerindeki akut ortalama düşüş sırasıyla, %57.9, %70.8, %40.7 olarak bulundu. Tedaviler iyi tolare edildi. Klinik olarak en sık görülen yan etkiler, 3 seansda hipotansiyon (%2,5), 2 seansda titreme/üşüme (%1,7) ve 3 seansda bulantı/kusma (%2,5) idi.
SONUÇ: ‘Cascade filtraton’ sistemi ile 3 hastamızın tedavileri sonucunda, yüz güldürücü klinik bulgular ve laboratuvar sonuçları, güvenli kullanım, yok denecek kadar az yan etki ve teknik problemler tespit edilmiştir.
OBJECTIVE: The aim of our study is to discuss the efficacy of low-density lipoprotein-cholesterol (LDL-C) apheresis procedure using the cascade filtration system for pediatric patients with homozygous familial hypercholesterolemia (FH), and to clarify the adverse effects and difficulties.
METHODS: LDL apheresis using the cascade filtration system was performed in 3 pediatric patients with homozygous FH. In total, 120 apheresis sessions were performed for all patients.
RESULTS: Cascade filtration therapy significantly reduced the mean LDL-C values from 418 ± 62 mg/dl to 145 ± 43 mg/dl (p<0.05). We determined an acute mean reduction in the plasma levels of total cholesterol (57.9%), LDL cholesterol (70.8%), and high-density lipoprotein (HDL) cholesterol (40.7%). Treatments were well tolerated. The most frequent clinical adverse effects were hypotension in 3 sessions (2.5%), chills/feeling cold (1.7%) in 2 sessions, and nausea and vomiting in 3 sessions (2.5%).
CONCLUSION: Our experience with three patients using the cascade filtration system were, good clinical outcomes, laboratory findings, safety of usage, minor adverse effects and technical problems.

4.
Yemen, Aden’de Al-Gamhouria Eğitim Hastanesinde 2008 ile 2010 Arasında Hematolojik Malignansiler Paterni
The Pattern of Hematological Malignancies at Al-Gamhouria Teaching Hospital, Aden, Yemen, from 2008 to 2010
Gamal Abdul Hamid
doi: 10.5505/tjh.2012.03764  Sayfalar 342 - 347
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı Al-Gamhouria Eğitim Hastanesinde 2008 ile 2010 arasında hematolojik malignansiler paternini belirlemekti.

YÖNTEMLER: Al-Gamhouria Eğitim Hastanesinin Hematoloji-Onkoloji bölümünde Ocak 2008 ile Aralık 2010 yılları arasında mevcut hematolojik laboratuvar yöntemleri ve histolojik inceleme temelinde tanı konan hematolojik promalignansiler retrospektif olarak analiz edildi. Klinik tanılar öykü ve fiziksel incelemeyi temel aldı. Tüm hastalarda tam kan sayımı yapıldı, lösemi ve multipl myelom hastalarında kemik iliği aspirasyonu yapıldı ve malign lenfoma vakalarında histopatolojik inceleme yapıldı.

BULGULAR: 18-80 yaşlar arasındaki (ortalama yaş: 43,6 yaş) ve 1,23: 1 erkek: kadın oranına sahip 300 hastada malign hematolojik bozukluklar saptandı. Erkek hastalar arasında en sık görülen malign bozukluk non-Hodgkin lenfoma ve sonrasında Hodgkin lenfoma ve akut myeloid lösemiydi. Kadın hastalar arasında en sık görülen malign bozukluk non- Hodgkin lenfoma ve sonrasında akut myeloid lösemi ve Hodgkin lenfomaydı. Bu çalışma ana hematolojik bozuklukların sıklıklarını vermekte ve Hodgkin ve non-Hodgkin lenfomaların farklı alt tiplerini sunmaktadır.

SONUÇ: En sık görülen hematolojik malignansiler non-Hodgkin lenfoma ve sonrasında Hodgkin lenfoma ve akut myeloid lösemiydi. Cinsiyet dağılımı erkek predominansı gösterdi ve bu durum Hodgkin lenfomalarda özellikle belirgindi (E: K Oranı 1,9: 1).
OBJECTIVE: The aim of this study was to determine the pattern of hematological malignancies at Al-Gamhouria Teaching Hospital from 2008 to 2010.

METHODS: Hematological malignancies diagnosed at Al-Gamhouria Teaching Hospital, Department of Hematology-Oncology from January 2008 to December 2010 based on available hematological laboratory methods and histological examination were retrospectively analyzed. Clinical diagnoses were based on history and physical examination. Complete blood count was performed in all patients, bone marrow aspiration was performed in leukemia and multiple myeloma patients, and histopathological examination was performed in cases of malignant lymphoma.
RESULTS: Malignant hematological disorders were diagnosed in 300 patients aged 18-80 years (mean age: 43.6 years) with a male: female ratio of 1.23: 1. Among the male patients the most common malignant disorder was non-Hodgkin’s lymphoma, followed by Hodgkin’s lymphoma and acute myeloid leukemia. Among the female patients the most common malignant disorder was non-Hodgkin’s lymphoma, followed by acute myeloid leukemia, and Hodgkin’s lymphoma. The study provides the frequencies for the main hematological disorders and present the different subtypes of the Hodgkin’s and non-Hodgkin’s lymphomas.
CONCLUSION: The most common hematological malignancies in male patients were Non-Hodgkin’s lymphomas followed by Hodgkin’s lymphoma and acute myeloid leukemia. Gender distribution showed male predominance with striking predominance in Hodgkin’s lymphomas (M: F Ratio of 1.9: 1).

5.
BCR-ABL Moleküler Takibi İçin Optimize Edilmiş Manuel Bir Yöntem
An In-house Method for Molecular Monitoring of BCR-ABL
Hakkı Ogun Sercan, Ilgın Öztürk, Ceyda Çalışkan, Melek Pehlivan, Zeynep Sercan
doi: 10.5152/tjh.2011.76  Sayfalar 348 - 353
AMAÇ: Türkiye’de BCR-ABL gerçek zamanlı kantitatif PZT ile BCR-ABL düzey tayini yapabilen merkezlerin sayısı, ihtiyacın altında kalmaktadır. BCR-ABL kantitasyonu için laboratuarımızda geliştirmiş olduğumuz yöntem temel alınarak, polimeraz zincir tepkimesiyle (PZT) ile kantitasyonun basamakları, iç kontrolleri ve geçerlilik testleri anlatılmıştır.
YÖNTEMLER: BCR-ABL ve ABL hedef dizileri pJET1.2 vektörlerine klonlandıktan sonra kalibratörler hazırlanmış ve gerçek zamanlı PZT tepkimelerinde kalıp olarak kullanılarak standart eğriler çizilmiştir. Bu standart eğriler kullanılarak K562 hücre dilüsyonlarının analizi yapılmıştır.
BULGULAR: Önceden elde edilen standart eğriler kullanılarak BCR-ABL ve ABL kopya sayıları hesaplanmış; lineer sonuçlar elde edilmiştir. Tekrarlayan deneylerle yöntem duyarlılığının 1x105 hücrede bir BCR-ABL pozitif hücreyi saptayacak düzeyde olduğu gösterilmiştir.
SONUÇ: Bu makalede tarif elden protokollerin geçerliliği/güvenirliliği gösterilmiştir. Kullanılan yaklaşım, BCR-ABL kantitasyonunun hedefleyen diğer gerçek zamanlı PZT kit ve cıhazlarına da uyarlanabilmektedir.
OBJECTIVE: At present in Turkey, centers that are able to give reliable RQ-PCR BCR-ABL results are limited in number. We aimed to describe a cost-effective, in-house method for BCR-ABL quantification and to illustrate an example for RQ-PCR validation tests.
METHODS: BCR-ABL and ABL target sequences were cloned into pJET1.2 vectors; from which calibrators were prepared and used as templates in RQ- PCR reactions to generate standard curves. Dilutions of K562 cells (representing an in vitro simulation of BCR-ABL transcript reduction) were analyzed.
RESULTS: Previously determined standard curves were used to calculate the BCR-ABL and ABL copy numbers. Linear BCR-ABL results were obtained. Repetitive experiments showed that our methodology is able to detect one BCR-ABL positive cell in a total of 1x105 cells.
CONCLUSION: The approach described in this manuscript is suitable for implementation into any RQ-PCR instrument and/or kit aiming to quantify BCR-ABL transcripts.

6.
Türk Kronik Lenfositik Lösemi Hastalarında CD49d Ekspresyonunun Hastalık Seyri Üzerindeki Etkisi
The Prognostic Value of CD49d Expression in Turkish Patients with Chronic Lymphocytic Leukemia
Ant Uzay, Tayfur Toptaş, Işık Kaygusuz, Emel Ekşioğlu-demiralp, Tülin Fıratlı Tuğlular, Mahmut Bayık
doi: 10.5152/tjh.2012.03  Sayfalar 354 - 360
AMAÇ: Bu çalışmada, kronik lenfositik lösemi hastalarında, CD49d ekspresyonun hastalık seyri üzerindeki etkisi araştırılmıştır.

YÖNTEMLER: Merkezimizde kayıtlı 118 hastanın laboratuvar ve tıbbi kayıtları değerlendirmiştir. CD5/CD19, CD23/CD43, CD38, Zap-70, kappa, lambda ve CD49d ekspresyonuna bakılmış olan toplam 73 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Bunlardan, CD49d’nin hastalık seyri üzerindeki etkileri geriye dönük olarak araştırılmıştır.
BULGULAR: CD49d’yi yüksek oranda (≥%30) eksprese eden hastaların daha ileri evrede oldukları görülmüştür (ortanca Rai evre 3’e karşı Rai evre 1, p= 0.03). İki ve üç basamak tedavi alan hastaların, sadece bir basamak tedavi alanlara göre daha yüksek oranda CD49d eksprese ettikleri görülmüştür (%58’e karşı %46, p= 0.08). İleri evre hastalarda, CD49d ekspresyonun, tedaviye kadar geçen zaman ve toplam sağ kalım üzerinde etkisi bulunmamıştır.
SONUÇ: Çalışmamızda, yüksek CD49d ekspresyonu ileri evre ve kötü tedavi yanıtı ile ilişkili bulunmasına rağmen, düşük CD49d ekspresyonu gösteren diğer ileri evre hastalarla karşılaştırıldığında, tedaviye kadar geçen zaman ve toplam sağ kalım açısından belirleyici olmadığı görülmüştür.
OBJECTIVE: The aim of this study was to assess the prognostic value of CD49d expression in Turkish chronic lymphocytic leukemia patients.

METHODS: Data for 118 patients from a single center were evaluated. In all, the study included 73 patients for whom complete clinical follow-up data, and flow cytometry test results for CD5/19, CD23/43, CD38, Zap- 70, Kappa, and Lambda light chains, and CD49d were available. The effect of the level of CD49d expression on overall survival (OS) and time to treatment (TTT) was investigated retrospectively.
RESULTS: Patients with high CD49d expression (≥30%) had more advanced disease at the time of diagnosis (median Rai stage 3 vs. Rai stage 1, P = 0.03). Patients resistant to treatment had higher CD49d expression than patients that responded to treatment (mean CD49d expression of 58% vs. 46%, P = 0.08). The level of CD49d expression was not associated with OS or TTT.

CONCLUSION: The study’s findings show that the patients with high CD49d expression at the time of diagnosis had more advanced disease and poorer response to therapy; however, their overall survival did not differ from that of the patients with advanced disease stage, but lower levels of CD49d expression.


7.
Lipopolisakkarit Varlığı ve Yokluğunda Vasküler Endotelyal Hücrelerde Endotelyal Protein C Reseptörü ve Plazminojen Aktivatör İnhibitör-1 Üzerinde Ankaferd'in Geri Dönüşümlü İkili Karşıt Etkileri
Dual Diverse Dynamic Reversible Actions of Ankaferd on EPCR and PAI-1 Inside Vascular Endothelial Cells With and Without LPS
Afife Karabıyık, Erkan Yılmaz, Şükrü Güleç, İbrahim Haznedaroğlu, Nejat Akar
doi: 10.5152/tjh.2011.41  Sayfalar 361 - 366
AMAÇ: Ankaferd, Thymus vulgaris, Glycyrrhiza glabra, Vitis vinifera, Alpinia officinarum ve Urtica dioica bitkilerinden oluşan bir karışımdır. Kanamayı durdurucu etkisinden dolayı topikal hemostatik ajan olarak kullanılmaktadır. Hemostatik çalışma mekanizması araştırılmaktadır. Koagülasyon faktörleri II, V, VII, VIII, IX, X, XI ve XIII seviyeleri Ankaferd’den etkilenmemektedir. Çalışmamızda Ankaferd’in endotel üzerindeki ve immün yanıttaki etkisini araştırmak amacıyla, İnsan Umbilical Ven Endotel Hücreleri (HUVEC) kullanılarak Endotelyal Protein C Reseptörü (EPCR) ve Plazminojen Aktivatör İnhibitör (PAI-1) gen ekspresyonları üzerindeki etkisi araştırılmış ve farklı doz ve zamanlarda oluşturduğu değişikliklerin incelenmesi, lipopolisakkarit (LPS) muamelesinden sonra EPCR ve PAI-1 ekspresyonları üzerindeki olası etkisinin gösterilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: HUVEC’lere 10 µl ve 100 µl konsantrasyonlarda Ankaferd 5 dk, 25 dk, 50 dk, 6 saat ve 24 saat süreyle uygulanmıştır. Ayrıca immün yanıt üzerindeki etkisinin incelenebilmesi için 10 µg/ml LPS ile 1 saatlik muamelenin ardından hücreler 10 µl ve 100 µl Ankaferd’le birlikte 5 dk, 25 dk, 50 dk ve 6 saatlik sürelerde maruz bırakılmıştır. HUVEC hücrelerinden RNA izolasyonu yapılmış; EPCR ve PAI-1 gen ekspresyonları incelenmiştir.
BULGULAR: Yapılan mikroskobik incelemede Ankaferd uygulamasıyla hücrelerin yüzeyden kalkıp toplanarak birbirlerine yapıştıkları ve 24 saatin içerisinde büyüme ve gelişmelerinin normale döndüğü gözlenmiştir. Bu, Ankaferd’in etkisinin zamanla azaldığı anlamına gelebilir. Ankaferd muamelesiyle başlangıçta gözlenen EPCR ve PAI-1 ekspresyonundaki değişim zamanla azalmıştır. Ayrıca ekspresyonlardaki hızlı değişim göz önüne alındığında Ankaferd’in artan konsantrasyonlarda etkisini daha da fazla gösterdiği söylenebilir. Böylece Ankaferd’in EPCR ve PAI-1 üzerinde hem doz hem de zamana bağlı etkisi belirlenmiştir. LPS muamelesi sonrasında da hücreler üzerinde Ankaferd benzer bir etki göstermekte, doz arttıkça daha da etkili hale gelmekte ve zamanla etkisini yitirmeye başlamaktadır.
SONUÇ: Ankaferd’in HUVEC’lerde EPCR ve PAI-1 ekspresyonu üzerinde doz ve konsantrasyona bağımlı etkisinin varlığı saptanmış olup hemostatik etkileri yanısıra hücresel birçok mekanizmayı da etkileyebileceği düşünülmektedir.
OBJECTIVE: Ankaferd Blood Stopper (ABS) comprises a mixture of the plants Thymus vulgaris, Glycyrrhiza glabra, Vitis vinifera, Alpinia officinarum ve Urtica dioica. ABS has been used as a topical haemostatic agent because of its antihaemorrhagic effect. Its haemostatic mechanism of action remains to be investigated. ABS does not affect individual levels of the coagulation factors II, V, VII, VIII, IX, X, XI and XIII. The aim of this study was to investigate the effects of ABS on endothelium and immune response. So, we investigated the possible changes in EPCR and PAI-1 without and with LPS-challenge inside HUVECs.
METHODS: 10 μL and 100 μL ABS is given to HUVECs in 5 min., 25 min., and 50 min.,6 hour and 24 hour time periods. 10 μg/ mL LPS has been added for one hour to observe the effects of LPS challenge on HUVECs and then the cells have been treated with ABS for the time period of 5 min., 25 min., 50 min. and 6 hours to observe ABS-effects on HUVECs. Total RNAs were isolated from HUVECs and then EPCR ve PAI-1 mRNA expression levels were investigated.
RESULTS: It was microscopically observed that cells arised from the surface and adhered to each other after the ABS application to the HUVECs. Also, after 24 hours cells returned the normal growth and physiology. It suggests that the adhesive cellular functions of ABS may be reversible. 10 µl ABS have negative effect on EPCR and PAI-1 expressions. Moreover the effects increases with 100 µl ABS. EPCR and PAI-1 expression increased by time with LPS and 10 µl ABS. Expressions were very low during the first hour when LPS and 100 µl ABS were given but at the end of 6 hour, EPCR and PAI-1 expression increased similar to LPS and 10 µl ABS experiment.
CONCLUSION: In this study, we observed that Ankaferd has dual diverse dynamic reversible actions depend on dose and concentration on EPCR and PAI-1 inside vascular endothelial cells in the model of HUVEC. ABS might have a role on numerous cellular mechanisms as well as its hemostatic actions.

8.
Kan Alma Sistemlerinin Koagülasyon Testleri Üzerinde Etkileri
Influence of Blood Collection Systems on Coagulation Tests
Soner Yavaş, Selime Ayaz, Serdal Kenan Köse, Fatma Ulus, Tulga Ahmet Ulus
doi: 10.5505/tjh.2012.59254  Sayfalar 367 - 375
AMAÇ: Koagülasyon testleri, farklı kan alma sistemleri gibi preanalitik durumlardan etkilenirler. Kullanılan cam tüplerin, plastik olanlarla değiştirilmesi, test sonuçlarında farklılık yaratabilir.
Çalışmanın amacı 3 farklı plastik kan alma tüpünün, standart cam kan alma tüpü ile karşılaştırılmasıdır. Tüpler arası olası ek bir farklılığın saptanması açısından, plastik tüpler de ayrıca kendi aralarında karşılaştırıldı.
YÖNTEMLER: Rutin kontrolleri sırasında varfarin tedavisi alan 42 hastadan ve 29 sağlıklı gönüllüden toplam 284 kan örneği alındı. Subgrup analizleri deneklerin sağlık durumlarına göre yapıldı.
BULGULAR: Her ne kadar farklı marka veya özellikteki kan alma tüpleri koagülasyon testleri üzerinde belirgin etki yaratabilse de, bu etki doz ayarlamasını etkilemeyecek ve klinik önem arz etmeyecek kadar küçük olabilir. Sonuçlar arasındaki korelasyon, çalışmamızda kullanılan plastik kan alma tüplerinden herhangi birinin, bir çok koagülasyon testi için, diğerlerinin yerine kullanılabileceğini göstermektedir.
SONUÇ: Çalışmamız farklı kan alma tüplerinin koagülasyon testleri üzerinde istatistiksel olarak anlamlı etkisi olduğunu gösterdi. Bu etkinin derecesi kullanılan tüpe göre değişmektedir. Fakat, herhangi bir tüpten alınan örneklerle gerçekleştirilen testlerin çoğunun, diğer tüplerden alınan örnekler ile belirgin korelasyon gösterdiği gözlendi.
OBJECTIVE: Coagulation tests are influenced by pre-analytic conditions such as blood collection systems. Change of glass collection tubes with plastic ones will cause alteration of the test results.
The aim of this study was to compare three plastic blood collection tubes with a standard glass blood collection tube and each plastic collection tube with the other two for possible additional tube-to- tube differences.
METHODS: A total of 284 blood samples were obtained from 42 patients receiving warfarin during their routine controls, besides 29 healthy volunteers. Subgroup analyses were done according to health status.
RESULTS: Our study demonstrated that different blood collection tubes have a statistically significant influence on coagulation tests. The magnitude of the effect depends on the tube used. However most of the tests performed on samples obtained from any tube correlated significantly with results obtained from other tube samples.
CONCLUSION: Although blood collection tubes with different brands or properties will have distinct effects on coagulation tests, the influence of these blood collection tubes may be relatively small to interfere with decision-making on dose prescription, therefore lack clinical importance. Correlations between the results showed that, one of these plastic blood collection tubes tested in our study, can be used interchangably for a wide variety of coagulation assays.

9.
Non-Hodgkin Lenfomalı Çinli Hastalarda Serum p53 Proteini Konsantrasyonunun Prognostik Önemi
The Prognostic Significance of the Serum p53 Protein Concentration in Chinese Patients with Non-Hodgkin Lymphoma
Min Zhou, Ling Cen, Tao Chen, Rong Xiao, Jianhe Yang, Nai-ke Giang, Yan Zhang
doi: 10.5505/tjh.2012.57338  Sayfalar 376 - 384
AMAÇ: Çinli non-Hodgkin lenfoma (NHL) hastalarında sitogenetik anormallikler, evrelendirme, hasta faktörleri ve serum p53 proteini konsantrasyonunun prognostik önemini araştırmak.

YÖNTEMLER: Çalışmaya Ağustos 2003 ile Aralık 2008 arasında tanımlanan 43 NHL hastası dahil edildi. Hasta klinik özellikleri morfolojik, immünohistokimyasal ve sitogenetik analiz temelinde belirlendi ve serum p53 proteini konsantrasyonu kantitatif olarak ölçüldü.

BULGULAR: Geleneksel kemoterapi sonrasında erken dönem (evre I-II) lenfoma, normal karyotip ve düşük serum p53 protein konsantrasyonu olan hastalarda tam/kısmi remisyon oranı ileri dönem (evre III-IV) lenfoma, sitogenetik bozukluklar ve yüksek serum p53 proteini konsantrasyonu (≥0,35 U/mL) olan hastalara göreönemli ölçüde daha yüksek ve genel sağkalım önemli ölçüde daha uzundu. Kemik iliği infiltrasyonu da kötü cevap ve genel sağkalımın bir prediktörüydü. Erkek ve kadın hastalar, yaşlı ve genç hastalar (<70 yaş ve ≥70 yaş) veya B-hücreli lenfoma ve T-hücreli lenfoma hastaları arasında hastalık remisyonu açısından önemli farklar yoktu.
SONUÇ: Evrelendirme NHL şiddetini değerlendirmenin etkin bir yoludur. Sitogenetik inceleme tanı, evrelendirme ve prognoz belirleme için faydalı bilgiler sunabilir. Serum p53 proteini düzeyi NHL hastalarında olası bir prognostik işaret olabilir.
OBJECTIVE: To investigate the prognostic significance of cytogenetic abnormalities, staging, patient factors, and the serum p53 protein concentration in Chinese non-Hodgkin lymphoma (NHL) patients.
METHODS: The study included 43 patients with NHL that were identified between August 2003 and December 2008. Patient clinical characteristics patients were determined based on morphological, immunohistochemical, and cytogenetic analysis, and the serum p53 protein concentration was measured quantitatively.
RESULTS: Following conventional chemotherapy, the complete/partial remission (CR/PR) rate was significantly higher and overall survival (OS) was significantly longer in the patients with early-stage (stage I-II) lymphoma, normal karyotype, and a low serum p53 protein concentration than in those with advanced-stage (stage III-IV) lymphoma, cytogenetic abnormalities, and a high serum p53 protein concentration (≥0.35 U/mL). Bone marrow infiltration was also a predictor of poor response and OS. There weren’t any significant differences in disease remission between the male and female patients, older and younger patients (aged <70 years vs. ≥70 years), or B-cell lymphoma and T-cell lymphoma patients.
CONCLUSION: Staging is an effective means of assessing the severity of NHL. Cytogenetic examination can provide useful information for diagnosis, staging, and prognostication. The serum p53 protein level may be a potential prognostic marker in patients with NHL.

10.
Akut Böbrek Yetmezlikli Monoklonal Gammopatili Hastalarda Serum İmmunglobulin Hafif Serbest Zincirlerinin Değerlendirilmesinin Önemi
The Value of Serum Immunoglobulin Free Light Chain Assessment in Patients with Monoclonal Gammopathies and Acute Renal Failure
Mustafa Cirit, Atilla Üzüm, Pınar Özen, Banu A. Şentürk, Giray Bozkaya, Bahriye Payzin, Orçun Ural
doi: 10.5505/tjh.2012.48640  Sayfalar 385 - 391
AMAÇ: Monoklonal gammopatili hastalarda immunglobulin hafif serbest zincir anormalliklerine sık rastlanır ve bu hastalarda böbrekler en sık etkilenen organlardan biridir. Serum immunglobulin hafif serbest zincir düzeylerinin sayısal ölçümünü sağlayan yöntemlerle, monoklonal immunglobulin hafif serbest zincir üretiminin varlığı anormal κ / λ oranlarına dayanmaktadır. Bu çalışmada akut böbrek yetmezliği ile başvuran hastalarda serum hafif serbest zincir analizinin plazma hücre diskrazilerinin saptanmasında tanısal değerinin standart yöntemlerle karşılaştırılarak, spesifite ve sensitivitesinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Akut böbrek yetmezliği ile başvuran 82 hasta serum protein elektroforezi, serum immunfiksasyon elektroforezi ve hafif serbest zincir ölçüm yöntemleriyle değerlendirildi. Akut böbrek yetmezlikli multipl myelom tanılı hastalarda hafif serbest zincir oranının sensitivite ve spesifitesi serum protein elektroforezi, serum immunfiksasyon elektroforez yöntemleriyle kıyaslandı.
BULGULAR: Akut böbrek yetmezliği ile başvuran 82 hastanın 7' sinde serum protein elektroforezi, immunfiksasyon elektroforezi ve kemik biopsisi ile multipl myelom tanısı kondu. Hastaların 8' inde κ/λ oranı yayınlarda bildirilen referans değerlerinin (0.26-1.65) dışında saptandı; serbest hafif zincir ölçümlerine dayanarak κ/λ oranı myelom tanısı için %96 spesifite, %71 sensitivite, %62.9 pozitif prediktif değer ve %97.3 negatif prediktif değere sahipti.
SONUÇ: Akut böbrek yetmezlikli multipl myelomlu hastalarda serum protein elektroforezi, serum immunfiksasyon elektroforez yöntemleriyle kıyaslandığında κ/λ hafif serbest zincir oranları düşük sensitivite ve spesifite değerine sahipti. Bu yöntem için daha doğru yorum yapabilmek için daha iyi dizayn edilmiş, prospektif ve çok sayıda hasta içeren çalışmalara ihtiyaç vardır.
OBJECTIVE: Immunoglobulin free light chain (FLC) abnormalities are frequent in patients with monoclonal gammopathies and kidneys are the most affected organs in these patients. Immunoassays which provide quantitative measurement of FLC in serum, indicate monoclonal FLC production by the presence of an abnormal κ to λ FLC ratio. The aim of this study was to assess the serum FLC measurement as a diagnostic tool for detecting plasma cell dyscrasias to compared with standart assays and ascertain its sensitivity and specificity in patients with acute renal failure (ARF).
METHODS: Sera from 82 patients with ARF were assessed by serum protein electrophoresis (SPE), serum immunofixation electrophoresis (SIFE) and FLC measurements. The sensitivity and specificity of the FLC ratio for identifying patients with multiple myeloma (MM ) and ARF was compared with SPE and SIFE results.
RESULTS: Of 82 patients who were presented with ARF, seven diagnosed multiple myeloma by using serum protein electrophoresis, immunofixation electrophoresis, and bone marrow biopsy tecniques. Of cases 8 patients had not have κ/λ ratio within the published reference range (0.26-1.65); κ/λ ratio based on FLC measurements had 96 % specificity, 71% sensitivity and 62.9 % positive predictive and 97.3% negative predictive value for myeloma diagnoses.
CONCLUSION: Patients with MM who were presented with acute renal failure had low sensitivity and specificity for к/λ FLC ratio compared to SPE and SIFE. As a consequence of making a more accurate comment about this method, prospective, well-designed and more patient population studies are needed.

OLGU SUNUMU
11.
Fludarabin Monofosfat ile İlişkili Kortikosteroide Cevap Veren Pulmoner Toksisite: Bir Olgu Sunumu
Corticosteroid-Responsive Pulmonary Toxicity Associated with Fludarabine Monophosphate: A Case Report
Milda Rudzianskiene, Rasa Griniute, Elona Juozaityte, Arturas Inciura, Viktoras Rudzianskas, Greta Emilia Kiavialaitis
doi: 10.5505/tjh.2012.50490  Sayfalar 392 - 396
Fludarabin monofosfat lenfoid malignansilerin tedavisinde etkin bir ilaçtır. Fludarabinin en sık görülen yan etkileri myelosupresyon, fırsatçı enfeksiyonlar ve otoimmün hemolitik anemidir. Burada evre IV non-Hodgkin foliküler lenfoma için FMD (fludarabin, mitoksantron ve deksametazon) kemoterapisinin üçüncü kürünü tamamladıktan sonra ateş ve dispneyle gelen 55 yaşında bir kadını bildiriyoruz. Akciğer röntgeninde bilateral pnömofibrotik değişiklikler varken göğüs BT’de fibrotik değişikliklerle bilateral difüz interstisyel değişiklikler görüldü. Herhangi bir enfeksiyöz ajan bulgusu saptanmadı. Hastanın karbonmonoksit transfer faktörü azalmıştı (%45). Belirtileri ve radyografik bulguları prednizolon tedavisiyle geçti. Literatürde steroid tedavisine cevap veren, fludarabinle ilişkili birkaç interstisyel pulmoner toksisite olgusu vardır. Fludarabin tarafından indüklenen pulmoner toksisite ilacın kesilmesi ve glukokortikosteroidlerin uygulanmasıyla geri çevrilebilir.
Fludarabine monophosphate is an effective drug for the treatment of lymphoid malignancies. Myelosuppression, opportunistic infections, and autoimmune hemolytic anemia are the most common side effects of fludarabine. Herein we report a 55-year-old female that presented with fever and dyspnea after completing her third cycle of FMD (fludarabine, mitoxantrone, and dexamethasone) chemotherapy for stage IV non-Hodgkin follicular lymphoma. Chest X-ray revealed bilateral pneumofibrotic changes and chest CT showed bilateral diffuse interstitial changes with fibrotic alterations. No evidence of infectious agents was noted. The patient had a reduced carbon monoxide transfer factor (45%). Her symptoms and radiographic findings resolved following treatment with prednisolone. The literature contains several cases of fludarabine-associated interstitial pulmonary toxicity that responded to steroid therapy. Fludarabine-induced pulmonary toxicity is reversible with cessation of the drug and administration of glucocorticosteroids.

12.
Multipl Myelomlu Bir Hastada Lökositoklastik Vaskulit ve Metastatik Pulmoner Kalsifikasyon
Metastatic Pulmonary Calcinosis and Leukocytoclastic Vasculitis in a Patient with Multiple Myeloma
Seçkin Çağırgan, Nur Soyer, Filiz Vural, Güray Saydam, Ilgın Yıldırım Şimşir, Ayhan Dönmez, Taner Akalın, Selen Biçeroğlu, Murat Tombuloğlu
doi: 10.5505/tjh.2012.23600  Sayfalar 397 - 400
Hem lökositoklastik vaskülit hemde metastatik pulmoner kalsifikasyon, multipl myelomda nadir olarak görülmektedir. Biz, lökositoklastik vaskulit nedeniyle gelişen ülseronekrotik cilt lezyonları ve ciddi dispneye yol açan metastatik pulmoner kalsifikasyonla tanısı konan bir multipl myelom hastasını sunmak istedik. Üç kür standart doz kemoterapi sonrası hastanın hem cilt lezyonları hemde pulmoner lezyonları düzeldi. Otolog kök hücre nakli yapılan hasta 1 yıl tam remisyonda izlendi. Daha sonra laboratuvar testlerinde relaps saptandı. Hastaya bortezomib ve deksametazon başlandı. Bu tedaviye rağmen progresyonu olan hastaya myeloablatif olmayan rejimle allojeneik kök hücre nakli yapıldı. Bütün tedavilere rağmen hasta progresif hastalıkla kaybedildi.
Both leukocytoclastic vasculitis and metastatic pulmonary calcification are conditions that rarely occur during the course of multiple myeloma. We present a multiple myeloma patient that had severe dyspnea due to metastatic pulmonary calcinosis, and ulceronecrotic skin lesions caused by leukocytoclastic vasculitis. After 3 courses of standarddose chemotherapy all skin and pulmonary lesions disappeared. Autologous peripheral stem cell transplantation was performed and during 1 year of follow-up the patient was in complete remission; after 1 year, laboratory test results indicated disease relapse. Although the patient was treated with bortezomib and dexamethasone, the disease progressed. Non-myeloablative allogeneic stem cell transplantation was performed, but despite of all treatment the patient died due to disease progression.

13.
Galaktozeminin Sıradışı Prezentasyonu: Hemofagositik Lenfohistiyositozis
An unusual presentation of galactosemia: Hemophagocytic lymphohistiocytosis
Ahmet Afşin Kundak, Ayşegül Zenciroğlu, Neşe Yaralı, Belma Saygılı Karagöl, Arzu Dursun, Selim Gökçe, Nilgün Karadağ, Nurullah Okumuş
doi: 10.5505/tjh.2012.65148  Sayfalar 401 - 404
Hemofagositik lenfohistiyositozis (HLH), nadir görülen, yaşamı tehdit eden bir durumdur. Patogenezinde; yüksek miktarda sitokin üreten aktive lenfositlerin kontrolsüz proliferasyonunun olduğu düşünülmektedir. HLH tanısını koymak genellikle güçtür. Hastalar nedeni bilinmeyen ateş, hepatit, akut karaciğer yetmezliği, sepsis gibi çok farklı klinik bulgularla başvurabilir. Burada HLH ile başvuran galaktozemili bir yenidoğan vakasını sunduk. Galaktozemi ile ilişkili HLH vakalarında tanı kriterlerinin diyet tedavisi öncesi ve sonrasında yakın takip edilmesi hastalığı tetikleyen mekanizmanın enfeksiyon mu? yoksa metabolit birikimi mi? olduğunu daha iyi açıklayabilmek için gereklidir.
Hemophagocytic lymphohistiocytosis (HLH) is a rare life-threatening condition. Uncontrolled proliferation of activated lymphocytes secreting high amounts of inflammatory cytokines seems to be the main pathogenesis. The diagnosis of HLH can often be difficult. It may presents in many forms such as fever of unknown origin, hepatitis, acute liver failure, and sepsis-like illness. Here we present a newborn galactosemia case presented with HLH. Close monitoring of the diagnostic criteria of HLH during the course of galactosemia-associated hemophagocytosis, both before and after dietary treatment, should be performed in order to fully determine if the triggering mechanism is infection or accumulation of metabolites.

14.
Hamilelikte İmatinib Kullanımı
Imatinib Use in Pregnancy
Michael J Webb, Debbie Jafta
doi: 10.5505/tjh.2012.82542  Sayfalar 405 - 408
Kronik myeloid lösemili (KML) hastaların sonuçları son on yıl içinde yeni tirozin kinaz inhibitörlerinin yaygın olarak kullanılmasıyla dramatik bir düzelme göstermiştir. Daha iyi genel sağkalımla hamile kalan KML hastası kadınların sayısında bir artış görülmüştür. İlgili doktor bir ikilemle karşı karşıyadır: kanseri tedavi etmek için yaşamı uzatıcı ilaçları devam ettirme veya olası teratojenisite nedeniyle kullanımlarını kesme. KML’li kadınlarda iki başarılı hamileliği sunuyoruz. Birinci vaka imatinib yerine interferon kullanılmasıyla takip edildi. Bu vakada çocuğa üç yaşındayken genetik değerlendirme yapıldı. Normal gelişimsel referans noktalarına ulaşmıştı ama yaşıtlarından fiziksel olarak daha küçüktü. Ancak orantılar normaldi. Morfolojik olarak klinodaktili, kısa 5. parmaklar ve palpebral fissürlerde hafif aşağıya doğru eğim olması dışında normal görünüyordu. İkinci vakada imatinib hamilelik boyunca devam ettirildi. Çocuğa postpartum bir genetik uzmanı tarafından değerlendirme yapıldı ve klinodaktili ve alçak yerleşimli tırnaklar dışında morfolojik olarak normal bulundu.
The outcome in patients with chronic myeloid leukemia (CML) has dramatically improved over the last decade due to the widespread use of novel tyrosine kinase inhibitors such as imatinib. As overall survival has improved, the number of women with CML that wish to become pregnant has increased. As such, attending physicians are faced with a dilemma-continue life-prolonging medication to treat the cancer, or interrupt its use due to its potential teratogenicity. Herein we describe 2 CML patients that gave birth. Case 1 was managed via substitution of imatinib with interferon. The patient’s child underwent genetic evaluation at age 3 years, achieved normal developmental milestones, and despite being shorter than his peers was proportional. In terms of morphology, the child had clinodactyly, short fifth fingers, and slightly downward slanting palpebral fissures, but otherwise appeared normal. In case 2 imatinib was continued throughout the pregnancy. This patient’s child underwent postpartum evaluation by a geneticist and was observed to be morphologically normal, except for clinodactyly and low-set ears.

15.
Steroid Dirençli Gastrointestinal Graft versus Host Hastalığında İntramezenterik Steroid Uygulaması
Intramesenteric Steroid Application for Steroid Refractory Gastrointestinal Graft versus Host Disease
Aynur Ugur Bilgin, Pervin Topcuoglu, Tanzer Sancak, Nahide Konuk, Mutlu Arat
doi: 10.5505/tjh.2012.57855  Sayfalar 409 - 412
Günümüzde, steroid dirençli gastrointestinal (Gİ) graft versus host hastalığı (GvHH) allogeneik transplantasyon yapılan hastalarda izlenen en sık komplikasyonlardan biridir ve henüz standart bir tedavi yaklaşımı yoktur. Burada, steroid refrakter GvHH olan 2 vakanın intramezenterik steroid uygulamasına dair sonuçları bildirilmiştir. Her iki hastada intramezenterik metilprednizolon (MP) enjeksiyonunu takiben diarenin sıklığı ve miktarı tamamen düzelmiştir. Sonuç olarak, intra-arteriel steroid verilimi bu tip olgularda alternative bir tedavi yaklaşımı olabilir.
Currently, Steroid refractory severe gastrointestinal (GI) GVHD is one of the important complications in patients undergoing allogeneic transplantation and there has been no standard therapeutical approach of disease yet. We report here the results related to the application of intramesenteric steroid in two cases with steroid refractory GI GvHD. In both cases, the frequency and volume of diarrhea were completely resolved soon after intramesenteric methylprednisolone (MP) injection. In conclusion, intra-arterial steroid injection might be an alternative approach especially steroid refractory GI GvHD.

16.
Cilt, Göz ve Peroneal Sinir Tutulumu ile Seyreden Nazal Tip NK/T-Hücreli Lenfoma
Nasal Natural Killer/T-cell Lymphoma with Skin, Eye, and Peroneal Nerve Involvement
Burcu Türker, Burak Uz, Metin Işık, Özlen Bektaş, Haluk Demiroğlu, Nilgün Sayınalp, Aysegül Üner, Osman İlhami Özcebe
doi: 10.5505/tjh.2012.03360  Sayfalar 413 - 419
Nazal tip NK/T-hücreli lenfoma, Epstein-Barr virüs ile yüksek oranda ilişkili ve başvuru anında sıklıkla üst solunum/ sindirim sistemine yerleşen nadir bir hastalıktır. Nazal bölge dışındaki tutulumlar sıklıkla agresif seyirli olup, tedaviye yanıtları kötüdür ve yaşam süreleri oldukça kısadır. Damakta nazal tip NK/T-hücre lenfoma tanısı olup sistemik kemoterapi ve kranial radyoterapi tedavileri uygulanmış bir erkek hasta, cilt, sağ göz ve sağ peroneal sinir tutulumları ile karşımıza çıktı. 3 kür ICE kurtarma kemoterapisi ile başarılı bir yanıt elde edildi, fakat sağda düşük ayak deformitesi devam etti. Yaklaşık 6 hafta sonra her iki gözde tam görme kaybı ve proptozis ile başvurdu. Bunun üzerine DHAP kemoterapisine geçildi. 1 kür sonrası sert damakta meydana gelen fungal enfeksiyon neticesinde hasta ex oldu. Bu tür lenfomalarda herhangi bir bölgenin tutulumu olabilmekle birlikte, aynı hastada birçok bölgenin etkilenmesi sık görülen bir durum değildir. Nazal tip NK/T-hücreli lenfomalarda lokal radyoterapi ve sistemik kemoterapiye rağmen prognoz kötüdür. Klinisyenler ileri immünhistokimyasal çalışmalarla tanı konabilen bu nadir hastalığa karşı uyanık olmalıdırlar.
Nasal-type natural killer (NK)/T-cell lymphoma (NKTL) is a rare disease strongly associated with Epstein-Barr virus and is often localized to the upper aerodigestive tract at presentation. Extranodal NKTL may involve any extranodal site and disease beyond the nasal cavity is highly aggressive, with short survival time and poor response to therapy. Herein we present a 57-year-old male that had been treated with systemic chemotherapy and cranial radiotherapy for nasaltype NKTL in the palate with skin, right eye, and right peroneal nerve involvement. He was given salvage chemotherapy consisting of 3 cycles of ICE and his response to the therapy was satisfactory, except for persistent right drop foot. About 6 weeks later, the patient presented with bilateral total loss of vision and proptosis; therefore, DHAP chemotherapy was started. Unfortunately, after 1 cycle of the second salvage chemotherapy, he died due to severe fungal infection of the hard palate.
Despite the fact that involvement of any extranodal site is possible, concurrent involvement of many systems in NKTL patients is unusual. Nasal-type NKTL has a poor prognosis, despite local radiotherapy and systemic chemotherapy. Physicians should be aware of this rare disorder than can only be diagnosed after extensive immunohistochemical studies.

EDITÖRE MEKTUP
17.
Mısır Kökenli Budd-Chiari Sendromlu Hastalarda TNF-α -308 G/A Polimorfizmi
TNF-α-308 G/A Polymorphism in Egyptian Budd-Chiari Syndrome Patients
Yonca Eğin, Solaf Elsayed, Mohamed Sakr, Nejat Akar
doi: 10.5505/tjh.2012.71473  Sayfalar 420 - 421
Makale Özeti | Tam Metin PDF

18.
Ritüksimab İlişkili Geridönüşlü Hepatosellüler Hasar
Rituximab-Related Reversible Hepatocellular Damage
Selami K. Toprak, Sema Karakuş
doi: 10.5505/tjh.2012.98853  Sayfalar 422 - 424
Makale Özeti | Tam Metin PDF

19.
Talasemi Taşıyıcılığı Olan bir Hastada Parvovirüs B19 ve Herpes Virüs Enfeksiyonu ile Tetiklenen Herediter Sferositozun Başlangıç Tablosu Olarak Hemolitik Kriz: Olgu Sunumu
Hemolytic Crisis as the Initial Presentation of Hereditary Spherocytosis Induced by Parvovirus B19 and Herpes Virus Infection in a Patient with the Thalassemia Trait: A Case Report
Meriç Kaymak Cihan, Hafize Gökçe, Meral Oruç, Lale Olcay
doi: 10.5505/tjh.2012.96977  Sayfalar 425 - 426
Makale Özeti | Tam Metin PDF

20.
Hindistanda Beta Thalassemia Taşıyıcı Araştırması
A Search for Beta Thalassemia Trait in India
Veda Parthasarathy
doi: 10.5505/tjh.2012.21703  Sayfalar 427 - 429
Makale Özeti | Tam Metin PDF

21.
Oyun Çocuğunda, Geç Bulgu Veren Doğumsal Diyafram Hernisine Bağlı Ağır Demir Eksikliği Anemisi
Severe Iron Deficiency Anemia due to late Presentation of Congenital Diaphragmatic Hernia in a Toddler
Nazan Sarper, Emine Zengin, Suar Çakı Kılıç, Melih Tugay, Ayşen Aydoğan, Özlem Kayabey
doi: 10.5505/tjh.2012.92609  Sayfalar 430 - 431
Makale Özeti | Tam Metin PDF

22.
Otoimmun Hemolitik Anemili Bir Hastada Splenik İnfarkt
Splenic Infarct in a Patient with Autoimmune Hemolytic Anemia
Hava Üsküdar Teke, Samet Karahan, Ümmügülsüm Gümüş
doi: 10.5505/tjh.2012.71324  Sayfalar 432 - 433
Makale Özeti | Tam Metin PDF

23.
Kalıtsal Pirimidin 5’- Nükleotidaz Eksikliği ve Alfa Talasemi Taşıyıcı Birlikteliği: Olgu Sunumu
Co-Existence of Hereditary Pyrimidine 5’-Nucleotidase Deficiency and Heterozygous α-Thalassemia: A Case Presentation
A. Agapidou, S. Theodoridou, K. Tegos, E. Mandala, E. Leukou, O. Karakasidou, B. Aletra, A. Sevastidou, M. Alemayehou, E. Voskaridou
doi: 10.5505/tjh.2012.48642  Sayfalar 433 - 435
Makale Özeti | Tam Metin PDF

24.
Hemangiomatosis’in Metilprednizolon ile Tedavisi
Megadose Methylprednisolone (MDMP) for Hemangiomatosis
Şinasi Özsoylu
doi: 10.5505/tjh.2012.55706  Sayfalar 436 - 437
Makale Özeti | Tam Metin PDF

25.
Yüksek Homosistein Seviyesi Trombozla İlgili mi?
Is a High Homocysteine Level Related to Thrombosis?
Şinasi Özsoylu
doi: 10.5505/tjh.2012.80106  Sayfa 438
Makale Özeti | Tam Metin PDF

HEMATOLOJIK GÖRÜNTÜLER
26.
Lökosit İçi Kandida Patolojik Kandidemi İçin Tanı Koydurucudur
Intraleukocytic Candida is diagnostic of pathological candidemia
Anil Handoo, Sarada Nagoti, Adarsh Choudhary
doi: 10.5505/tjh.2012.05826  Sayfalar 439 - 440
Makale Özeti | Tam Metin PDF

27.
Poland Sendromu ile İlişkili Pernisiyöz Anemi ve Gastrik Displazi
Poland Syndrome Associated with Pernicious Anemia and Gastric Dysplasia
Erman Aytaç, Ali Vedat Durgun, Deram Büyüktaş, Sibel Erdamar, Şeniz Öngoren
doi: 10.5505/tjh.2012.39259  Sayfalar 441 - 444
Makale Özeti | Tam Metin PDF